dosya/7-17-nisan-tarihleri-arasinda-duzenlenen-35-istanbul-film-festivali/

35.Istanbul Film Festivali

  • 7 yıl önce
  • 10Dakika
  • 2697Sözcük
  • 53Görüntülenme

35.İstanbul Film Festivali

7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivalini iyisiyle kötüsüyle tamamladık. Biraz buruk vedaydı, neden buruktu derseniz, şu şekilde açalım. Bu sene şiddet olayları nedeniyle hepimiz çok üzülüp, stres yaşadık ve o şiddet olayları aynen festivale de yansıdı. Sözün özü; festivalin açılış töreni büyük bir ihtişamla yapılamadı, sadece Rexx ve Atlas sinemalarında açılış filmi (“Midnight Special”) gösterildi. Olaylar nedeniyle sanatın o güzel coşkusunu içimizde hissedemiyor oluşumuz, festivalin geçen yıla oranla dolup taşmasına engel oldu. Sanatseverler filmleri Taksim’deki sinemalarda izlemek yerine Kadıköy’deki Rexx sinemasında izlediler. Rexx sinemasındaki biletler yok sattı. Daha önce bu kadar karanlık bir festival tablosu görmemiştik, eskiden bilet kuyruğu olurdu, bu yıl o kuyruktan eser yoktu, ama ona rağmen sanatseverler festivali yalnız bırakmadılar. İnsanlar belki de korkudan kalabalık yerlere gitmek istemediler. Bu gerçeği yadsıyamayız. Eğlenceli bir açılış yapılamaması anlaşılabilir bir durumdu, ancak festival bu yıl ortaya koyduğu tanıtım filminle sanatseverleri pek memnun edemedi. Tanıtım filmine bakacak olduğumuzda; “filmleri dövme olarak vücudunuza kazıyın” sloganı festivale tam olarak oturmamıştı. Videodaki karanlık sahnelerin özensizliği, seslerin tizliği ve mesajların tam olarak seyirciye yansıtılamıyor oluşu adeta hüsranla sonuçlandı. Sanki aceleye getirilmiş gibiydi. Belki zamandan kurtarmak içindi, belki de ekonomik nedenlerden ötürüydü.

7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivali 7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivali

35.İstanbul Film Festivali’nde tadımız damağımızda kaldı

7-17 Nisan tarihler arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivaline dair değişiklikleri ve festivalin geçen seneye oranla sönük oluşunu yalnızca şiddet olaylarına bağlamamak gerek, çünkü bu yıl festivalde yönetimsel olarak bazı iç sıkıntılar vardı. Dikkat ettiyseniz festivalin tarihi kısaltıldı, eğer neden kısaltıldı diye sorguladıysanız cevabı biliyorsunuzdur. Biz yine de yazalım. Yabancı ülkelerde genelde festivaller on gündür, ama İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı festivali 15 güne yayar. Ta ki bu yıla değin… Şu su götürmez bir gerçek ki; tadımız damağımıza kaldı. Farklı bir şekilde yorumlamak istersek; akıllara şöyle bir soru düşüyor: Acaba festival süresinin kısaltılması Avrupa Standartlarına göre mi belirlendi, yoksa başka bir sebebi mi vardı? Bu sorunun ucu açık… Festival hakkında daha söylenecek çok şey var, o sebeple kısaca özetliyoruz. Mesela festival bu yıl kısa film yapımını özendirmek, bu alanda gelişimi desteklemek ve nitelikli kısa filmleri izleyiciye buluşturmak amacıyla bir yarışma başlattı: ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’. Böyle bir yarışmanım yapılması festival için hem hayırlı oldu, hem de kısa filmcileri sevindirdi. Bunların yanı sıra; festival adına bizi memnun eden iki önemli gelişme oldu. Birincisi festivalin jüri başkanının Müjde Ar seçilmesiydi, ikinci ise; festivale seçilen filmlerin hafızalara kazınmasıydı, filmlerin ise itina ile seçildikleri açıkça ortada…  Gelelim önemli gelişmelere… 7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivali ‘Akbank Galaları’, ‘Yıllara Meydan Okuyanlar’, ‘Dünya Festivallerinden’, ‘Genç Ustalar’, ‘NTV Belgesel Kuşağı’, ‘Mayınlı Bölge’, ‘Antidepresan’, ‘Çocuk Mönüsü’, ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ gibi kökleşmiş bölümlerinin yanı sıra, bu yıl festivale yeni bölümler eklendi.

7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivali

35.İstanbul Film Festivali’nin yeni bölümleri

Bu bölümleri sıralamak gerekirse;  ‘Musikişinas’, Gömülü Hazineler’, ‘Işığın Peşinde’ ve ‘Otto Preminger’… Her bir bölümde itina ile yarışan ve hafızalarımıza kazanan o güzel filmlere ödül vermeden festivale noktayı koymak olmaz diyerek geçiyoruz ödül törenine… Cem Davran’ın sunuculuğunu üstlendiği 35. İstanbul Film Festivali Ödül Töreni’nde İstanbul Film Festivali’nin bu yılki Sinema Onur Ödülleri’nin yanı sıra, festivaldeki yarışanların kazananları açıklandı. Festivalin ilk Onur Ödülü Jeyan Ayral Tözüm, diğer onur ödülleri ise Suzan Avcı, Ülkü Erakalın ve Perran Kutman’a takdim edildi. Uluslararası Yarışmasında Altın Lale Ödülü’ne  bu yıl, Meksikalı yönetmen Rodrigo Plá’nın ‘Bin Başlı Canavar’ adlı filmi layık görülürken, Ulusal Yarışmada da En İyi Film dalında Altın Lale Ödülünü ise Ahu Öztürk’ün ‘Toz Bezi’ adlı filmi aldı. FIPRESCI Ödülleri Altın Lale Uluslararası Yarışmasında  Aslı Özge’nin yönettiği ‘Ansızın’, Altın Lale Ulusal Yarışmasında Senem Tüzen’in yönettiği ‘Ana Yurdu’ ve Ulusal Kısa Film Yarışması’nda da Levent Türkan’ın yönettiği ‘Jamais Vu’ filmleri kazandı. En İyi Kısa Film Ödülü’nü de Ziya Demirel’in ‘Salı’ adlı filmi kucakladı. Netice itibariyle; İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından on ikinci kez AKBANK’ın desteğiyle düzenlenen 7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivalie 11 günde 10 salonda yapılan 501 gösterimde, 25 bölümde 62 ülkeden 223 yönetmenin 187 uzun metrajlı, 10 kısa ve 24 deneysel filminin gösterildiği festivali, toplam 90 bini aşkın sanatsever izledi. Festival boyunca gösterimlerinin yanı sıra 6 festival sohbeti, bir sinema dersi, bir atölye, 2 söyleşi ve 2 konserle 11 gün boyunca İstanbul sinema şöleni yaşadı.

7- 17 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 35.İstanbul Film Festivali

35.İstanbul Film Festivali’nde belli başlı izlediğimiz dikkat çekici filmlere ait listemiz:

*Midnight Special: Çok büyük mantık hatalarına sahip özenti ve kimliksiz bir film… Steven Spielberg, M. Night Shyamalan, Christopher Nolan gibi yönetmenlerin bazı filmlerinden feyz alarak, hepsini aynı potada eriten film, klasik bir uzaylı hikâyesini ele alıyor. Yer yer “Believe” isimli diziyi andırsa da tamamıyla benziyor olduğunu dile getiremeyiz. Film, sanki izlediğimiz tüm filmlerin karmasını ortaya koyuyor. Ütopya ve distopya arasında gidip gelirken tüm soruların cevaplarını seyirciye bırakıyor. Aşırı karanlık şekilde perdeye yansıyan filmin, bazı sahnelerinin oldukça yapay duruşu ise, hanesine eksi yazdırıyor. Bununla kalsa iyi, uzaylı çocuğun gözündeki gözlük de bir hayli komik, sanki çocuk yüzmeye gidiyor. Filmde ne yazık ki çok fazla soru işareti var ve hepsi havada kalıyor. ‘Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete’ der gibi… Filmde aslında kıyametten bahsediliyor, ancak kıyamet arada kaynayıp gidiyor. Uzaylı olduğunu bilmeyen çocuk kim olduğunu sonra öğreniyor, bu da işin ilginç tarafı (!) Bir de çocuk neden güneşe çıkınca sorun yaşıyor belli değil, altı doldurulamamış. Çocuk için hasta deniliyor ve neden hasta olduğu açıklanmıyor. Film boyunca çocuğun neyi neden yaptığını hiç bir türlü öğrenemiyoruz.

*High-Rise: David Lynch’in kafasının içinde dolanan ve Lynch’ten beslenen film, şöyle bir mantıktan yola çıkıyor: ‘Ütopya distopyaya dönüşür’. Distopya kaos yaratır ve tüm bunların başlıca sebebi ise kapitalizmdir.’ Gerçeküstü öğelerle donatılmış olan film, geleceğin tehlikede olduğunu öngörerek, kapitalizm nedeniyle ortaya çıkan tükenmişlik sendromunu, hikâyeye yaftalayarak analitik bir denklem kuruyor sanki… O denklemdeki x, y ve z değerlerini doğru bir biçimde hikâyeye akıtmak için, filmi sonuna kadar dikkatle takip etmeniz gerekiyor, zira filmin finali göz bebeklerinizin büyümesine sebebiyet verebilir. Tabi eğer filmden kopup gitmezseniz (!) Önemli bir devrim yaptığını düşünen film, devrimci Che Guevara’nın posterini bize göstererek önemli bir mesaj vermeye çalışıyor. İnsanları tek bir merkez olan gökdelene hapseden film, hayatı küçülterek, insanları tekdüzeleştiriyor. Bu şu demek oluyor: hayatınız sadece gökdelende geçiyor, çünkü orada size sanal bir dünya yaratılmış ve her şeye sahipsiniz. Neden dışarı çıkasınız ki? Farklı bir hapsetme tekniğini göz önüne alan film, hayatı monotonlaştırıp, ruhumuzu söküp alıyor ve farklı bir ruhu temsil etmemizi istiyor. “İnsanları Seyreden Güvercin” filmine atıfta bulunan yönetmen, güzel amaçlarla tasarlanan ütopik yaşam biçiminin, ne yaparsak yapalım distopyaya dönüşeceğini vurguluyor. “İnsanları Seyreden Güvercin” filminde nasıl ki güçlü bir metafor varsa aynısı burada da var. Peki, buradaki güvercin kim? O güvercini bulmanız için sabırlı olmanız gerekiyor.  Genel itibariyle; hayal ve gerçek arasında bir dikiş tutturan film, hayatta her şeye sahip olmanın mutluluk getirmeyeceğini hatta daha da beter edeceğini sert imgelerle ortaya koyuyor.

*Des Nouvelles De La Planète Mars (Mars’tan Haberler Var): ‘Hepimiz biraz deliyiz, kendimizi fanusun içine kapatmayalım’ diye seyircisine bir mesaj yollayan film, değişimin her yaşta mümkün olduğunu ifade ederek, kalıplaşmış düşüncelere veda etmemize vesile oluyor ve yeniliklere kucak açtırıyor. Sıradan bir yaşamın tat vermeyeceği konusunda bizi tatmin eden film, özgür olmanın önemine vurgu yapıp, özgürlükçü düşüncenin hayatımızı olumlu kılacağını kendi yöntemleriyle açıklıyor. İroni ile harmanlanan hikâye, mizah ile daha çok zenginleştirildiğinden, seyircinin kafasını kurcalıyor. Kendini kaybolmuş hisseden başkarakter ve Mars arasında bir ilişki kuran film, başkarakterin astral seyahate çıktığını ve seyahatinin Mars’ta sonlandığını aktarıyor. Yani anlayacağınız başkarakter o kadar uzaklara gitmiş. Hayal ve gerçek arasında sıkışıp kalan başkarakter, iş yerinden tanıştığı deli arkadaşı sayesinde hayatındaki çoğu şeyin doğru olmadığının farkına varıyor. Hayatı o kadar sıkıcı ki, işten eve, evden işe gidiyor. Bazen insanlar kolay kolay farkındalık yaşayamadıklarından ötürü, kendileri mutsuz oluşlarını kabul etmek istemiyorlar ve yıllar geçip gidiyor. Kıssadan hisse; başkarakterin yolcuğundan yola çıkan film, bize eğlencesiz bir hayatın resmini çekip, öz saygıyı ve iç sorgulamayı hikâyenin odağı haline getirdi ve şöyle söyledi: “kendinizi önemseyin (!) “

*Un + Une (Bir Kadın, Bir Erkek):  “Eat, Pray, Love” filmiyle bağıntı kuran “Un + Une”, Amma felsefesini filmin merkezine oturtarak, sevginin gücünü ortaya koyuyor. Amma hakkında bilgisi olmayanlara, Amma’dan bahsedelim. Tüm dünyada özverili sevgisi ve merhameti ile tanınan, Amma (Anne) olarak bilinen Mata Amritanandamayi, yoksulların, fiziksel ve duygusal ıstırap çekenlerin, acısını hafifletmeye adamış bir Hint felsefecisidir. Manevi bilgeliği ve dünya genelindeki gönüllü sivil toplum kuruluşları ile insanlara ilham verip onları yücelten Amma,  her gün binlerce insana sevgiyle sarılıyor ve onlarla fiziksel temas kuruyor. Hatta onların gözyaşlarını silerek onlara rehberlik ediyor. Amma kendine uyguladığı her şeyi, onu ziyaret edenlere uyguluyor. Kısaca Amma insanlığa özverili bir biçimde hizmet ediyor. Katarsis yaşamayı, duygusal arınmayı hikâyeye çivileyen film, insanın yüklerinden kurtularak kuş kadar hafif olmalarına olanak sağlıyor. Film bir nevi ‘kendine ya da öze dönüş’ eylemini özgün bir biçimde anlatan, hayat dersi niteliğinde… Yüreğe dokunan etkileyici müzikle sevginin, aşkla tutkunun fotoğrafını çeken film, mizahi unsurlarla seyirciyi bir köşeden, bir köşeye fırlatıyor. Öğretici donelerle dolu film, yaşamanın ve soluk almanın, hatta var olmanın anlamını vurguluyor.

*The Meddler (Karışma Anne): Şili filmi “Gloria”nın Hollywood versiyonu olan film, kocası vefat eden dul bir kadının sıradışı maceralarını anlatıyor. Yardımseverliği ve deli doluluğu ile tanınan dul kadın herkesle kolayca anlaşıp dost oluyor. O kadar rahat ki… Yaptığı şeyleri asla sorgulamıyor ve ona göre hareket ediyor. Anın kıymetini çok iyi biliyor. Hiçbir şeyi kafaya takmadan özgürce hayatını yaşıyor. Tek sorun; kızına aşırı bir şekilde bağlı oluşu, onunla arkadaş olmak istiyor. Ne demişler “ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz.” Belli bir yaşı devirmiş olan insanların, hayatlarını istedikleri gibi yaşamaları gerektiğini ifade eden film, yeniden umut kazanmalarına ve her şeye sıfırdan başlamalarına dem vuruyor. Buraya kadar her şey çok anlamlı, fakat filmdeki titreyen sahneler filmin bize el kamerası ile çekildiğini gösteriyor, sanki düşük bütçeli filmler gibi…  Titreyen sahneler seyir zevkimize her ne kadar gölge de düşürse durum komedisini hikâye ile harmanlamayı başaran yönetmen Lorene Scafaria, bize gerçek yaşamdan kesitler sunuyor. Film oldukça doğal ve sırtını hiçbir şekilde görsel efektlere dayamıyor. Mizahi diyalogları ve olay örgüsüyle seyirciye zevkli anlar yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda anne-kız arasındaki ilişkiye yeni bir boyut katıyor. İkinci yönetmenlik denemesiyle teknik anlamda sınıfta kalıp, içerik olarak başarıya ulaşan yönetmen Lorene Scafaria’nın en büyük sıkıntısı karakterleri kadraja tam olarak oturtamıyor oluşu. Karakterleri adeta ortadan ikiye bölüyor ve çerçevelendiremiyor. Bir de çok fazla yakın plan kullanıyor. Şunu da söylemeden geçmeyelim: keşke “Gloria” filmindeki gibi, dul karaktere kırmızı bir elbise giydirmeseydi. Bunların dışında film gayet etkili… “Damages” dizisindeki performansı ile göz dolduran Rose Byrne ve usta oyuncu Susan Sarandon’ın birlikteliği filme karşı olan düşüncelerimize artı bir değer katıyor.

*Brooklyn: Amerikan rüyası ile yatıp kalkan İrlandalı bir kızın, ülkesinden ayrılışını konu alan film, sıla hasretini ön plana yerleştirerek, bir ülkeden diğer ülkeye göç etmenin zorlukları ile seyirciyi yüzleştiriyor. Hepimiz zaman zaman sıkıldığımızda veya memnuniyetsizlik yaşadığımızda bir başka ülkeye kaçmayı düşünürüz, ama iş göç etmeye geldi mi, panikleriz. Cesaretli ve gözü kara olmak apayrı… Bir başka ülkeye yerleştiğiniz vakit ilk zamanlar bocalarsınız ve ülke size dar gelir, duvarların üzerinize doğru geldiğini hissedersiniz, ama alıştığınızdaysa iç huzura erişirsiniz. Nasıl ki, ülkeyi terk etmek kolay değilse, alışmak da öyledir.  Tıpkı Eilis gibi… İrlanda’yı gelişmemiş bir ülke olarak tanımlayan Eilis, Amerika’daki yaşamın çok iyi olduğunun hayalini kuruyor, peki ya ülkesine duyduğu özlem? Ne onunla ne onsuz misali… Ülkesini özleyen Eilis her zaman ülkesine bağlıdır, yıllarca yaşadığı yeri beyninden atamaz ve unutamaz.  Farklı bir ülkede yaşamak biraz da meraktan kaynaklanır, insan zaten doğası gereği meraklı bir varlıktır, dolayısıyla Eilis’in değişiklik yapmak isteyişine şaşırmamak lazım. Tabi bir de şu var: insanın bir veya birden çok kökeni vardır ve o kökeni/leri reddetmek, kimliğini kaybetmekle eş değerdir. Gerçek hayatı burnumuzun dibine dayayan film, geçmiş ve günümüz arasında bir köprü vazifesi görüyor. Eski dönemi ve eski dönem kıyafetlerini filme ekleyen yönetmen, aşkı, acıyı, hüznü, mutluluğu, coşkuyu, tutkuyu, mücadeleyi, arkadaşlığı ve dostluğu samimi bir teknikle aktarıyor. Filmi izlerken kendinizi aşk romanlarındaki karakterlerle özdeşleştiriyorsunuz. Anti-konformizmi hikâyenin aralarına iliştiren film, hayallerinizi gerçekleştirin, onları ötelemeyin diyor.

Bu yazı PSİKESİNEMA dergisinin MAYIS HAZİRAN 2016 sayısında yayınlanmıştır.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Abone Olun
Yeni yazılardan haberdar olun ve bizimle kalın