Ölümün soğukluğu çok ağırdır, o ağırlığı tarif etmek zor…
Ağırlık birden üzerinize çöker bir bina misali….
Çöküşün hakimiyetinden kurtulmak sapasağlam ayakta durmak var oluşun en büyük göstergesidir.
İçi dolu bir var oluş mu, yoksa boşluktan destek olan bir canavar mı?
Bu ayrımı yapabilme için önce öze, yani ilk doğduğumuz ana dönmek gerek.
Her ne varsa, orada gömülü…
Oradan beri yaşananlar, soluk alışımızın temelini oluşturan bir hayat mekanizması sanki…
O mekanizma olumsuzluklarla daha da paslanıyor, lakin onu canlandırmak mümkün
Yağını ve suyunu koyarsak canlanır
O halde ne duruyoruz koyalım hemen!
Güç mü kaldı ki, koyalım. Çok doğru uzun süredir ruhumuzda ne var ne yoksa uzaklara gitti.
Geri getirmek lazım! Rengimiz soldu adeta…
Renksiz bir biz ve renksiz bir dünya çok tatsız, kim yemek ister ki?
Bazen tatsız bir yemek yerken, tatlı yemeğin farkına varıyoruz.
Ölüm ve yaşam arasındaki denge de böyle…
Ölüm gelene kadar yaşayacağız, ama nasıl olacak bu?
Bizi biz yapan duyguları öldürmeden!
İç ölüm bir kez gerçekleşti mi, onu durdurma için bütün çabanızı ona vermeniz gerek, o zaman ne yapıyoruz?
Yaşamın her türlüsüne “evet” diyoruz. Adı üzerinde yaşam.
Yaşam hep güllük gülistanlık olmaz, arada dalgalar da olmalı ki, güzelliklerin farkı ortaya çıksın.
Farkında mısınız, farkında olmadığınız kendinizden?
Sorunun yanıtı bilinç altınızın bir köşesinde…