Alien Covenant: Bilinçaltına kazınan korkuların canavarlaşmış hali
Kapalı ortam psikolojisini korku motifleriyle süsleyen ve kötü büyünün etkisi altında kalan gezegeni anlatan “Alien Covenant”, “yeni dünya” krallığının sınırlarını çiziyor. Kâh “Kong: Skull Island”ı, kâh M. Night Shyamalan’ın yapımcılığını üstlendiği “Wayward Pines” dizisini anımsatan film, evrende bile kötülüklerle mücadele ettiğimizin savını ortaya atıyor. İnsan yaradılışı gereği, bir şekilde şeytana uyup, öfkesine yeniliyor ve yıkım gücünün etkisine giriyor, bu da topluma mal oluyor. Evrenin derinliklerinde dolaşan karakterlerin yaşadığı korkunç deneyimleri ve içinde bulundukları acı durumu perdeye yansıtan yönetmen Ridley Scott, halkanın ilk filmi olan Prometheus’daki macerasına kaldığı yerden devam ediyor.
1979 yılında çektiği “Alien” filmiyle bilim kurgu evrenine adım atıp, büyük bir çıkış yaparak ana akıma hizmet eden Ridley Scott, görsel efektlerin yeterince gelişmemiş olmasına karşın dönemin şartlarını sonuna kadar kullanıp kurgunun gücünden yararlandı. Sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan “Alien”, kamera açılarının ve ikonik sahnelerin, çok iyi kullanıldığı sorgusal bir bilim-kurgu filmi…
Gotik, barok ve klostrofobik yapının inşa edildiği film, karanlıktan, aydınlığa aydınlıktan karanlığa doğru akarak seyirciyi daha önce varlığına aşina olmadığı bir gezegene yolluyor.
“Uzayda hiç kimse çığlığınızı duymaz” mesajını alt metine yerleştiren Ridley Scott, yeni yaşam formlarının tehlikeli olabileceğinin altını doldurarak, onları teorilere ve felsefi akımlara bağlıyor.
Peki, Ridley Scott neden “Alien” filmini yeniden çekme gereği duydu? Görsel efektlerin gelişmiş olmasından ötürü mü yoksa kafasındaki eksikleri tamamlamak için mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermek zor, fakat bilim kurgunun ve uzay maceralarının seyircileri etkilediğinden rahatça söz edebiliriz. “Gravity”, “İnterstellar”, “Life”, “Predestination” gibi filmlerden sonra bilim-kurgunun yolu açıldı ve yönetmenler popüler kitleye hitap eden, ana akım filmleri yeniden derleyip düzenleyerek perdeye yaftalıyorlar. Hedef kitlesi yüksek olan kült filmleri “remake” misali çekmek her ne kadar kolaya kaçmakla eşdeğer olsa da yeni janrın bu filmlerden haberdar olması onlar adına büyük bir artı… 1970-1980’li yıllarda izlediğimiz nitelikli bilim-kurgu filmleri görsel efekt sosuna batırılarak, seyircinin önüne yepyeni ve taze bir yemekmiş gibi sunuluyor ve o yemeği iştahla yememek neredeyse imkânsız…
Ama şu bir gerçek ki, ilk çekilen “Alien” ile ikinci çekilen Alien (Alien Covenant) arasında çok büyük farklar var. Bu farklardan bahsedersek ortaya çok karışık bir bulmaca çıkar, o nedenle es geçiyoruz.
Alien Covenant’da tanrı neden insanları ve dünyayı yarattı?
Filmi detaylıca masaya yatırmadan önce konusu diyelim. Covenant isimli koloni gemisinin mürettabatı, galaksinin oldukça uzağında bir gezegene bağlı keşfedilmemiş olan gezegene adım atarlar, ama gezegen karanlık ve tehlikelidir. Gezegendeki tek canlı sentetik David’dir. David’le beraber yaşayan canavarlar ise lanetli Prometheus’un keşfinden sonra beliren kötücül yaşam formlarıdır.
Soyut ve somut kavramlardan distopik bir evren oluşturup bilim kurguyu, dini argümanlarla farklı bir yöne çeken yönetmen Scott, Tanrı kimdir? Tanrı neden bu evreni/dünyayı yarattı? Tanrının görevi nedir? gibi soruları sorarak varoluşçu felsefenin direğini oluşturuyor ve filmin iskeletini biyolojik evrim ve tekâmül üzerine oturtuyor. Filmde David yaratıcısına şunu söylüyor: “sen benim tanrımsan, ben kimin tanrısıyım?” ve ortaya şöyle bir tez çıkıyor: “Tanrı neden Alien’ı yaratmadı, ben yaratayım çünkü ben tanrıyım.” “Nereden geldik, neden buradayız?” soruları ile yol alan ve agnostik teorilerle yoğurulan film, David’in tanrı arayışını merkeze alarak, içinde bulunduğumuz dünyanın bir mantığı olmadığını, bu yüzden yeni dünyanın temellerinin “yaşayan biyolojik canlılar” üzerine atıldığına ve o canlıların gitgide kötüye evrildiğine dair vurgu yapıyor. Tıpkı kötülüklerin insanı canavarlaştırdığı gibi…
Soğuk savaş ve nükleer paranoyanın cisimleşmiş hali olan “Alien” aslında bir nevi tanrıyı simgeliyor. Öte yandan “Alien”; yabancı korkusunu, korkudan çıkagelen somutluğu ve korkunun simgesini dünya dışındaki kapalı ve dar yerlere klostrofobik bir biçimde yönlendiriyor. Freud ve Lacan’a yeşil ışık yakan “Alien”, özünde diğer Alien filmleri gibi “korku”dan besleniyor. “Doğurganlık” ve “embriyo” kelimelerine dikkat çeken yönetmen Scott, Alien’ın korkutmak amaçlı varlığını sürdürmediğini öne sürerek, iç korkudan doğduğunu ve yüzeye çıktığını savunuyor. David’e korkutucu gelmeyen yaratıklar (kökü ana canavar Alien) evrendeki insanların en büyük korkusu olurken, David onları sanki çocuğu gibiymişçesine koruyor ve kolluyor, çünkü onları yaratan ta kendisi… Psikanalisttik okumaya açık olan film, “Ödipal teorisini” Alien ile birleştirip, psikanalizi bilim-kurgu ile genişleterek çok önemli bir yere parmak basıyor: “her şeyin altında psikolojik nedenler vardır. “
Alien Covenant’da David’in Yaratıkları
Ödipal (ödipus) kompleksine/teorisine göre; David’in yaratıkları David’e yoğun bir şekilde aşk duyuyorlar. Burada aslında David varsayımsal olarak anne rolüne bürünüyor. Sigmund Freud’un kurucusu olduğu teori, karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden olan ebeveyni hiçe saymayı ön görür. Çocuğun o ebeveyne beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fanteziler, bu teorinin çıkış noktası aslında. Aynı David ve yaratıkları gibi… Yaratıklar için rol model olan David’in onların embriyolarını, mürettebatın içine yerleştirmesi ve akabinde virüs yoluyla kulaktan yayılmasını sağlaması, onlara olan bağlılığını ortaya koyuyor ve David adeta çocukluğuna dönüyor. Gerçi bunları sentetik bir robot nasıl düşünüyor diye senaristleri soru yağmuruna tutabilirsiniz, ama bazen makineler insanlardan, bazen de insanlar makinelerden daha güçlü özelliklere sahip olabiliyorlar, lakin ortada ciddi bir konu var ki, o da sentetik robotların duygularının karmakarışık oluşu… Dışarıdan iyi niyetli gibi gözüküp David gibi olanlar da var. Zaten bunların örneklerini birçok filmde gördük. O halde filmin bize verdiği mesaj her sevimli görünen sentetik robot veya makine-vari insan sevimli olabilir mi? Film aslında makine ve insan arasındaki çelişkiyi gündeme getirip, geleceğiniz tehlike altındadır diye bir uyarı gönderiyor seyirciye… Uzun lafın kısası; insan ırkı David’i bir köle olarak görüyor ve David de onlardan intikamını alıyor. Bu durum haliyle aklımıza Frankenstein karakterini getiriyor.
Alien Covenant ve Paralel evrendeki David’in Yansıması
Gelelim hikayedeki en önemli meseleye… Doppelganger (Almancada çift-gezer anlamına gelmektedir) ve paralel evren üzerine bazı göndermeler yapan yönetmen, David’in sürekli karşı karşıya geldiği Walter karakterini devreye sokarak, birinin iyi, diğerinin kötü olduğunu hikâyeye kancalıyor. Doppelganger bazen bir kişiye çok benzer bir kişidir, bazen de şizofren hastasının yarattığı bir delüzyonun parçasıdır. Kişi gerçeklerden koparak hayali bir doppelganger yaratır. Nasıl ki paralel evrendeki yansımamız bizimle aynı görüntüye sahipse, delüzyon olan da aynı şekildedir.
Kimbilir belki de David paralel evrendeki yansımasını Walter olarak görüyordu. Bilinen bir gerçek varsa, o da paralel evrendeki yansımamızın zıt yönlerimizi ortaya koyuyor oluşu. Yani hiçbir zaman aynı kişi olmuyoruz. Tüm bunları göz önünde bulundurarak David ve Walter hakkında önemli bir detayı da aktaralım. Scott ilk filmi Prometheus’daki Yunan mitini aynen devam ettirerek, neredeyse tüm dizilerde ve filmlerde işlenen “eşcinsellik” kavramını filmin altına süpürüp David ve Walter arasındaki ilişkiyi hikâyeye akıtıyor ve bu da filmin izleğini değiştiriyor.
Çok yönlü bir film olan Alien Covenant’a dair o kadar çok okuma var ki, hikâyeyi nereye çekmek isterseniz oraya doğru gidiyor. Yer yer “Wayward Pines” dizisinin, yer yer “Kong Skull İsland” filminin özünü ortaya koyan Scott, “güç” ve erk” kavramlarının ışığında, faşist yönetim biçimini; fantastik motiflere, bilim kurguya, tek iktidar olma ve içsel yıkıma bağlıyor. Tıpkı eski krallık sisteminde olduğu gibi. Scott, siyasal gücün, tek kişinin (David/Walter) elinde bulunduğu ve yönetimin aile bireylerine geçtiği monarşi olgusunu barbarlıkla bağdaştırıyor. Kısaca güçlünün güçsüzü ezmeye çalıştığı hegemonyada David/Walter, kendini gezegenin yaratıcısı olarak görüyor. Hatırlarsanız “Kong Skull İsland” filminde de buna benzer bir yer (isole edilmiş ada) vardı ve lanetliydi. Devasa maymun Kong hem orayı koruyordu hem de sert ilkelerle yönetiyordu. Tanrıdan şüphe eden, “Wayward Pines” da ise, gelecekte distopik bir krallık kuruluyordu ve tabiri caizse kanın gövdeyi götürdüğü Hitler-vari bir yönetim sistemi vardı, o sistemde kurallara uymayanların öldürülmesine karar veriliyordu, çünkü kurallara uymamak onlar için en büyük günahlardan biriydi.
Alien Covenant’da Politik Bilim Kurgu
Özetle hem insanın kendine yabancılaşmasını hem de topluma yabancılaşmasını ve birçok doneyi bir araya getirerek işlemeye çalışan Scott, aslında büyük bir hata yapıyor ve yaptığı hata tüm filmin makus talihini ortaya koyuyor. Bilimin temel kuralına karşı anti-tezler geliştirmek şöyle bir yana dursun, politikayla bilim-kurgunun orta noktada buluşmasının ve altında yatan nedeni aramanın ne gibi bir yararı var? Ne yazık hikâye parça parça kurguların birleşiminden oluşuyor ve bütüne hizmet etmiyor.
Usta yönetmen Stanley Kubrick’in “Space Odyssey” filminin gölgesinde kalan 2.35: 1 formatla çekilen “Alien Covenant”, etkileyici görsel efektleriyle beyaz perdeyi doldursa da bazı uzun sekanslarıyla, kesme tekniğini elinin tersiyle çöpe gönderiyor, bu yüzden film çalkantılı bir denizde Titanik misali batıyor. İlk Alien filminin anlamını bozan “Alien Covenant” intikam dolu bir sentetiğin öfke dolu yaşamını seyirciye sunuyor. Gerçek Alien’ın filmde çok az yer alışı bir hayli hayal kırıklığı yaratıyor, çünkü daha çok David’in yetiştirdiği yaratıkların yaşamlarını seyrediyoruz. Keşke bu kadarla sınırlı kalsaydı, filmin adı “Alien: Paradise Lost” iken “Alien: Covenant” olarak değiştirilmiş oluşunun hakkında da söyleyecek sözlerimiz var, fakat bu mevzuyu şimdilik öteliyoruz. Araya ufak bir not iliştirelim: Ridley Scott uzun süredir bu filmi çekmek istediğini ve Alien efsanesini bırakmayacağını belirtmiş.
Netice itibariyle; “Alien Covenant” her ne kadar Prometheus’un devamı olarak görülse de hikâye bünyesinde, çok fazla mantık hatası barındırıyor, üzülerek belirtiyoruz bu bir film için büyük bir tuzaktır. Prometheus’dan sonra senaristlerin değişmesi ve Scott’un ısrarla bu filmi çekmek istemesi, kafa karışıklığının en önemli sebeplerden biri. Şu ara farkındaysanız filmlerin remake’ini yapmak üretimin durduğunun ve senaristlerin yazacak bir şeyler bulamadığının en güzel kanıtı. Aslında yazılacak hikâye çok, lakin onları gelişigüzel bir şekilde bir araya getirmek hem Alien’ın, hem de diğer filmlerin ruhuna zarar veriyor. Bir nevi Scott bu yoldan ilerleyerek istemeden de olsa diğer yönetmenleri remake film yapmaya teşvik ediyor ve böylece remake filmlerin sayısı giderek artıyor. Son söz olarak; sınıfta kalan “Alien Covenant”ın elle tutulacak tek tarafı finalindeki sürpriz… Filmin devamının da yolda olduğunu belirtmeden yazıya nokta koymak olmaz.
*Psikesinema dergisinde yayınlanmıştır.
Skor
-
Oylama - 60%
60%
Özet
Koloni gemisi Covenant’ın mürettebatı galaksinin oldukça uzak bir köşesinde, bir gezegene bağlı keşfedilmemiş cennet olarak varsaydıkları bölgenin aslında karanlık ve çok tehlikeli bir yer olduğunu anlarlar. Buradan kaçışın bir yolunu bulmalıdırlar. Gezegendeki yegane canlı lanetli Prometheus’un keşfinden sonra hayatta kalan ‘sentetik’ David’dir…
Efsane biilimkurgu/macera yönetmeni Ridley Scott, Alien’da kendi yarattığı evrene, Prometheus ile başlayan yeni üçlemesinin ikinci filmi olan Alien: Covenant filminde geri dönüyor. Filmde Michael Fassbender, Katherine Waterston, Demian Bichir ve Billy Crudup gibi isimler yer alıyor. Filmin senaryosuna katkıda bulunan 4 kişi dışında asıl senaryoyu John Logan ve Dante Harper kaleme aldı.