Şiddet ve Diktatörlük
Tarihsel sürecin sancılı dönemlerinden biri olan diktatörlük ve faşizm, çoğu zaman şiddetle iç içe olmuştur. Şiddet ile alevlenen diktatörlük, müstebitlik çerçevesi içinde değerlendirebileceğimiz, ruhsal bozukluklardan biridir ve iç huzurun yitirilmesiyle yüzeye çıkar. Karanlığın resmini çizen diktatörlük, insanların hayatlarını her yönüyle kontrol eder ve diktatörler hedeflerine ulaşmak için, her türlü meşru ya da gayri meşru yöntemleri kullanırlar. Sınırsız liderlik ile salt üstünlük doğru orantılıdır ve diktatörlük ideolojik, askeri ve müşfik olarak nitelendirilebilir. Tüm bu anlatılanları harmanlayan görsel ve işitsel odaklı sinema, tarihte yaşanan zulümleri; şiddeti baz alarak anlatır.
“Seni diktatörlük hırsını beslemekle suçluyorum.” – N. F. Kısakürek
Diktatörlük ve şiddet
Latincede ‘emir veren’ anlamına gelen diktatörlük, şiddetin en kritik argümanlarından biridir. Diktatörlük; faşist arzulara yönelik bir tandans olmakla beraber, piramidin en üst noktasındaki erkliği temsil eder. Ego ve güç ile büyüyen diktatörlük insanlara hükmetme ve onları kötüye kullanma olarak kayda geçse de diktatörlük aslında, geçmişte yaşanan travmaların günümüzdeki izdüşümüdür.
Diktatörlük zorbalık etmekle eşdeğerdir. Bütün siyasi yetkileri kendinde toplayan insanların kök söktürdükleri bir sistem içerisinde şiddetin yeri kaçınılmazdır, çünkü egemen ve mutlak siyasi gücün, denetimsiz olarak yürütüldüğü siyasi düzende, barbarlık hakimdir ve bu barbarlık da şiddetin bir çığ gibi büyümesine neden olur.
Nizamı sağlamak ve insanları hizaya sokmak adına disiplinin diktatörlükle yer değiştirme eylemi, psikolojik baskının insanlar üzerinde kurduğu hakimiyetin acı sonuçlarından biridir. Şiddetin ayrılmaz parçalarından biri olan diktatörlük, hayatlarını mutsuzlukla yönetmiş ve patron olma duygusunu tadamamış insanların mobing vakalarını içerir. Makus yaşantılarından ve travmalarından ötürü var olma durumlarını, şiddet ile ortaya çıkartarak farkındalık ilkesine dikkat çeken diktatör kişiler, suç ve cinayet ile ağlarını örerler.
İçlerindeki öfke ve baskın olma tavrı, karşısındakini sindirmeye ve boyun eğdirmeye kadar gider, zira yaşamış oldukları değersizlik ile özgüvensizlik onları alaşağı eder. Çözümlenmesi en zor temalardan biri olan diktatörlük ve şiddet, şeytani ilişkilere sebep olarak insanları raydan çıkartır, hatta toplumsal hakların ellerinden alınmasının müsebbibi haline gelir. Diktatörlüğün gelişmesine ve sürdürülmesine yol açan öfkenin dönüşüm geçirme aşaması, itaat, korku ve akıl tutulması gibi süreçlerin hayati önemini vurgular.
Deyim yerindeyse diktatör olma arzusuyla yanıp tutuşan kişilerin fikirlerini benimsemeyen, onların yolundan yürümeyen, onlara inanmayan ve onları sorgulayanların içinde bulunduğu durum suç oranlarının yükselmesindeki en büyük etmendir. Diktatörlük aslında tersine işleyen bir mekanizma gibidir, çarkın dişlileri bir araya gelmediği zaman kaos meydana gelir. Şu bir gerçektir ki, kaos şiddetten doğar, kendini içsel olarak güçsüz gören insan, dikkat çekmek için, şiddeti ön plana alır, tıpkı Hitler gibi…
Diktatörlük ve önemsiz kişiler
Köşeye sıkışmışlık hissi yaratan ‘çaresizlik’ insanlara türlü türlü oyunlar oynayarak onları ablukası altına alır ki, içlerindeki o yoğun şiddet tamamıyla ortaya çıksın. Kendi tuzaklarına düşen ve teslim olmak zorunda kalan diktatör ruhlu insanlar, böylelikle suç işlemeye yönelirler. Bu hepsi için geçerli olmasa da birçoğu için geçerlidir.
Diktatörler kendi yasalarını dikte ederek sadece kendi çıkarlarını düşünürler ve intikama susadıkları için vahşet ile yönetilirler. Kendini beğenmişlik ilkesi ile yolu kesişen diktatörler, bağımlı ve bağımsız değişkenlerden doğan neden-sonuç ilişkisini yaşarlar. Aristo’ya göre etkin nedensellik, yol açacağı sonuçtan önce gelir, sonuç sebebin ardılıdır. Aslında diktatörlük şekilsel olarak nedenselliktir. Yani davranış nedensel olmakla beraber normatiftir. Bu sebeple geleneksel psikolojik yaklaşımlar diktatörlüğe yatkın olan kişilerin eylemlerine tam anlamıyla bir açıklama getirememektedir.
Diktatörlüğü bir bütün olarak masaya yatırdıktan sonra sırada onu parçalara ayırmak kaldı. İdeolojik olarak diktatörlükten söz edelim önce. Devlet içinde tüm yetkileri kendi elinde tutan üst düzey yöneticilerin katı bir liderlik ilkesi vardır. Dolayısıyla Adolf Hitler aracılığıyla ortaya çıkan Nazizm ve Faşizm akımı ile bağlantı kurmamız olasıdır. Müşfik ve askeri diktatörlük de ise durum çok farklıdır. Müşfik yani sevecen diktatörlük; otoriter bir liderin sadece kendi kişisel çıkarına veya nüfusun sadece küçük bir bölümünün yararına değil de toplumun bütününün faydasına bir politika izlediği hükûmet şeklidir. Napolyon Bonapart, Josip Broz Tito, Ho Chi Minh gibi bazı liderler müşfik diktatörler olarak anılmışlardır. Peki, ya askeri diktatörlük? Askeri diktatörlük, devlet idaresinin orduda bulunmasıdır. Bu tür yönetimlere cunta adı verilir. Askeri yönetimin başına geçmiş kişiler genellikle yönetime darbe yoluyla gelmişlerdir. Buradaki en kilit isim ise İspanyol diktatör Francisco Franco’dur.
Nazizm, diktatörlük ve şiddet
Tüm bu anlatılanların filmlere yansıdığını gözümüzün önünden geçirdiğimizde diktatörlüğün sinemanın olmazsa olmazlarından biri olduğunu net bir şekilde anlayabilmemiz mümkün. 2012 Birleşik Krallık-Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı komedi filmi olan “The Dictator”, kahraman sıfatlı General Aladeen’in hayatını tehlikeye atışını ve ülkesine demokrasinin gelmesini engellemek için her koşulla ve engelle sonuna kadar mücadele edişini konu alır. Filmdeki derin mizah duygusu bazı gerçeklerin ironik bir biçimde ortaya konmasına vesile olur ve sevgiyle güçlenen demokrasinin niteliği garanti altına alınır.
Nazizm, diktatörlük ve şiddeti şu ana kadar en iyi şekilde ifade eden filmlerden biri olan Quentin Tarantino imzalı “Inglourious Basterds” (Soysuzlar Çetesi) vahşeti kanlı sahnelerle seyirciye aktararak, hem kendi anlatım biçimini ortaya koyar, hem de faşizmin ağlarını örer. Bütün zorbalıklar filmde mevcuttur, zaten bilindiği üzere Tarantino sert dokunuşlarıyla ünlüdür. Biraz daha gerilere gitmek gerekirse, Maximilien Robespierre’i hikayelendiren “Reign Of Terror” 1950 yılında monokrom (siyah-beyaz) teknik formatıyla perdeye uyarlanmış ve beğenilmiştir. Film kara hikâye, macera ve dramın birleşiminden oluşur ve Fransız Devriminde yaşanan kanlı politik olayları şiddete dayandırarak kara film tekniğiyle ele alır. Bunların dışında, Chaplin’in ilk sesli filmi olan “The Great Dictator” (Büyük Diktatör), Chaplin’in Adolf Hitler’e büründüğü bir filmdir ve onu sert bir biçimde topa tutar. Alman filmi “Çöküş” (Downfall) ise Hitler’in son günlerini resmederken, Berlin’in de düşüşünü perdeye yansıtır. Hitler’in son günlerine dair anılar Albert Speer ve Hitler’in sekreteri Traudl Junge’un anılarına dayanmaktadır.
Geldik diğer iki önemli filme… “Sophie School: The Final Days” (Sophie School: Son Günler), Almanların en bilinen Anti-Nazi bayan kahramanının gerçek hikayesini aktarır. Sophie Scholl, “Beyaz Gül” adındaki yer altı öğrenci direniş grubunun korkusuz aktivistidir. Tarihsel kayıtlar nedeniyle Sophie’nin kafasında çanlar çalmaya başlar, zira Sophie 1943’te Munih’te tutuklanıp Gestapo tarafından çapraz sorguya çekilir. Bu sorgu Sophie için dönüşü olmayan bir yolun başladığının sinyallerini verir ve Sophie büyük bir kaosa doğru sürüklenir.
Belgesel-vari bir film olan “Stefan Zweig: Farewell to Europe” ise (Şafak Sökmeden) ünlü Yahudi kökenli Avusturya’lı yazar Stefan Zweig’in, Nazilerden ve ideolojilerinden kaçışını anlatır. Sürekli yazarlık konferanslarına giderek ömrünü hem yollarda hem başka ülkelerde geçiren Zweig bedbaht kaderiyle yüzleşir ve yol boyunca tanıştığı insanlar onun dönüşüm geçirmesine vesile olurlar. Böylelikle Zweig yeni dalga akımına kapılıp gider. Göçebe hayatından bir kez dahi olsun şikâyet etmeyen yazarın, savaştaki olaylara karşı ‘doğru tavır’ almak için mücadele ederek, yeni yuva arayışı takdire şayan… Hitler’i anlatan çok fazla film olduğundan, en önemlilerini kadrajımıza aldık. Hitler’den sonra Rotamızı farklı bir noktaya çevirerek “Viva Zapata” filmi hakkında bazı bilgiler paylaşmak istiyoruz: 20. yüzyılın başlarında Cumhurbaşkanı Porfirio Diaz’ın yolsuz ve baskıcı diktatörlüğüne karşı bir isyan başlatan Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’nın hikayesini anlatan “Viva Zapata” Marlon Brando ve Anthony Quinn’i bir araya getiren biyografik ve tarihsel bir filmdir. Yine benzer şekillerde diktatörlük meselesi ile sinemaya damgasını vuran, İl Treno di Lenin”, “Good Bye Lenin!”, “Tan de Repente”, “It’a a Digital World”, “Reds”, “Révolution D’octobre”, “Diadi Gantiadi” gibi filmler mutlaka yakın markaja alınmalıdır, çünkü hazmedilmeleri pek de kolay değildir.
İspanya’nın faşist diktatörü Franco
Şiddetin ve diktatörlüğün fantastik motiflerle birleştiği yeni bir hayal dünyasına yelken açan “El Laberinto Del Fauno” (Pan’ın Labirenti) bir yandan Franco rejimini resmeder, diğer taraftan da Franco rejiminden kaçmaya çalışan, sadist bir ordu subayının üvey kızı ve onun vizyonunu merkeze yerleştirir. Kapana kısılmışlık duygusunu hayalleri ile örtmeye çalışan kız çocuğu aslında şiddetin tam merkezindedir, çünkü Franco’nun yaptığı katliamlara şahit olmuştur. Mesela Franco filmin bir sahnesinde tavşanları ve insanları hunharca katletmiştir. Şiddetti sert biçemlere sokmadan, yumuşatarak perdeye yaftalayan yönetmen Guillermo Del Toro 1944 yılının falanjist İspanyasını masalsı bir anlatım metoduyla ortaya koyar. Şiddetten ve vahşetten doğan toplumun içler acısı halini, filmin mesajı haline dönüştüren Del Toro, çocukların masumiyetini kirletmememiz gerektiğinin önemine değinir ve bunu, hemen hemen filmin her sahnesinde seyirciye gösterir.
Tüm bunlara ek bir parantez açacağımız en önemli filmlerden biri de yıllarca etkisi süren Wachowski kardeşlerin itina ile beyazperdeye yaftaladığı çizgi roman uyarlaması “V For Vendetta”, diktatörlük konusuna yeni formlar kazandırmıştır. Son derece baskıcı bir toplum düzenine karşı çıkan anarşist süper kahramanımız V, türlü yasaklar ve engellerle, idare edilen halkı şiddetten kurtarmaya çalışır. Arbedenin arasında kalan V belayı mıknatıs gibi çeken bir süper kahramandır. Toplumun uyanışını tetikleyen ve baş kaldırışı başlatan unsur V’nin anarşik yapısıdır. V insanlık adına bir ayaklanma başlatır. V’nin karakteristik özelliklerinin düzgün bir biçimde işlenişi de filmi en yüksek noktaya taşımıştır.
Peki, hepimizin sinema kuramlarını yakından takip ettiği en önemli yönetmenlerden biri olarak sayılan Sergei Einstein’ın diktatörlük ile nasıl bir sinemasal bağı vardır? Sergei Einstein, Rus Çarı IV. İvan’ın hayatını kadraja alır. İvan hepinizin de bildiği gibi korkunçtur, nedeni de birçok kişiyi katletmiş oluşudur. Filmde, İvan’ın kahramanlığından çok paranoyak yönleri öne çıkarıldığı ileri sürülür ve film Stalin tarafından engellenir.
Hikâyeye göre İvan ulusal bir kahraman olarak tanımlanır ve sonrasında ise Stalin’in beğenisini kazanır. Stalin İvan’ı kendisine benzetmektedir, çünkü İvan Stalin’in izinden gider. Çocukluğunda yaşadığı travma ve bazı kötü olaylar nedeniyle İvan, korkunç İvan’a dönüşmüştür. Eisenstein’ın filminde İvan’ın çocukluğunda yaşadıklarına dair hiçbir iz yoktur, ama Andrei Tarkovsky’nin filminde vardır, zira Tarkovsky tarihsel olayları bazı düşsel imgelerle birleştirir. Jean-Paul Sartre, İvan’ı Sovyet gençliğinin savaşla ilişkileniş biçimi olarak görür.
Soğuk kanlı diktatör Stalin ve yaptıkları
Tüm bu anlatılanlardan bir sentez çıkarıp, yüzümüzü tarihin en bilinen soğuk kanlı diktatörü Stalin filmlerine çevirdiğimizde, aslında tüm filmlerin birbirleriyle olan bağlantısını görürüz. Oscar Ödüllü oyuncu Robert Duvall’in başrolde oynadığı “Stalin” filmi, mutlak güce giden yoldaki komploların ve cinayetlerin merkezinde yatan meselelere parmak basar. Milyonlarca insanın fikir ayrılığı nedeniyle hapishaneye tıkılarak, ölümle burun buruna geldiklerini ortaya koyan hikâye, terörün vahşi bir canavar olduğuna dem vurup, Stalin yönetimindeki toplumun hazin yaralarını gerçekçi bir bakış açısıyla seyirciye aks ettirir. Hazır Stalin’den bahis açılmışken başka bir Stalin filmini daha irdeleyelim. Sosyalist diktatör Stalin’in sürgünde olduğunu vurgulayan söylemlerde bulunan “Educazione Siberiana” (Sibirya Mafyası), Stalin’e göndermeler yaparak o dönemi hatırlatır bize… Stalin, Lenin ölmeden önce ipleri eline alan ve Lenin öldükten sonra da ipleri iyice sıkan dediğim dedik bir adamdır. Sağ ve sol ideolojik mücadele adına binlerce insanı sürgüne göndermiştir. 1990’lı yıllara doğru uzanan film, bazı savaş sahnelerini gösterir ve bu sahneler adeta tarihin tozlu defterlerinden kopmuş yaprak misali önümüze düşer.
Yine aynı şekilde ortak bir bağlantı kurduğumuz, Polonya’lı usta yönetmen Andrej Wajda’nın çektiği “Katyn” ise 1939’da Polonya’nın yetenek erbabı erkeklerin, mühendislerin, mimarların, öğretmenlerin, sanatçıların ve toplumu temsil eden aydınların cepheye yollanışlarını konu alır. Zekâ ve iş gücü gerektirecek görevlerde yer almayı bekleyen bu kişiler, Katin Ormanında mahsur kalıp büyük bir felaketin içine doğru sürüklenirler. Wajda, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Polonya’nın Rusya sınırında Katin Ormanı’nda yaşadığı katliamı gözler önüne serer ve adeta akıllarda durgunluk yaratan bu katliam Nazi Almanya’sı ile Sovyetler arasında kalan Polonya’nın çektiği işkencelerin tezahürü niteliğindedir.
“Katyn” filmine bir başka örnek olarak kayda geçen, işkenceyi ve zulmü anlatan The Last King of Scotland, 1971-79 yılları arasında devlet başkanlığı yapan ve uyguladığı rejim sonrasında insanların ölümüne neden olan Ugandalı asker Idi Amin’in trajik hikayesini gündeme getirir. İç dünyasında yaşadığı kan dökücü anıların dışarı çıkması ile delirmenin eşiğine gelen Amin, korkularıyla yüzleşmek adına insan haklarını ihlal ederek kendini kontrol edemez hale gelir ve herkese dişlerini gösterir. Ta ki neler olduğunu idrak edene değin…
Sonuç olarak; bir virüs gibi yayılan toplum arasında açılmış derin uçurumları koparmak ve şiddete son vermek, daha iyi ve barışçıl bir hayata yakılan beyaz bir ışıktır. Başka bir ifadeyle, insanları çileden çıkartan ve yıpratan fikirlerin diktatörlüğünden uzaklaşıp, düzensizliği temsil eden kötücül olaylara veda ediyor olabilmek, içinde bulunduğumuz bataklıktan kurtulmanın kalıcı bir yoludur. Kurallara uyma ve boyun eğme aslında insana özgü normal davranışlardır ve insanların birçoğu bununla yaşar. Şu yadsınamaz bir hakikattir ki, diktatörlük pisikotik, sadisttik bir hastalıktır ve kişilik bozukluğunu temsil eder.
*Psikesinema Ocak-Şubat sayısı 2018