DOĞAÜSTÜ OLAYLAR VE DOĞANIN İNTİKAMI
Aslında parapsikoloji konusu çok derindir ve kolları birçok alana doğru uzanır. Uzanan kolları birleştirmede usta olan yazar-yönetmen M.Night Shyamalan parapsikoloji ve doğa arasındaki ilişkinin açılımını inceler ve hikayelerinde hep bir çöküşü anlatır.Net bir ifadeyle; soyut ve somut gerçekler arasında gidip gelen yönetmen M.Night Shyamalan, varoluşsal sorunları öne çıkararak, filmlere ait tüm bileşenleri teorilerle doldurur. Çevresel faktörlerin insan hayatını nasıl perişan ettiğini dile getiren yönetmen, bozulan sistemin esiri olmamamız gerektiğini metodik bir biçimde sergiler. Hem sapkınlaşan kişilerin problemlerini adamakıllı tahlil etmeye çalışır, hem de hayata karşı isyanlarını ortaya koyar. Doğal yaşamı, mistisizmi ve kaderciliği filmlerine yapıştıran yönetmen, iyi-kötü dengesini doğa olaylarıyla açıklamaya çalışır.
Doğanın insan yaşamındaki pozitif ve negatif etkilerini, bilim-kurgu ile mutantlaştıran doğaüstü olaylar meselesine bir hayli kafa yoran Shyamalan, tam bir canavar yaratır. Tabi bu canavar gözle görülür bir canavar değildir, bu canavar Shyamalan’ın metaforudur. Bunu şöyle ifade edersek daha doğru olur: Doğa hem canavar hem de de değildir. Buraya büyük bir parantez açalım. Doğada yaşanan çoğu olayın nedeni “teolojik” kavramların altında incelenir zira doğaya karşı yapılan her türlü yanlış insana farklı formlarda geri döner. Shymalan şu mesajı verir. “Doğa bizden intikamını alıyor ve felaketler yağdırıyor”. İşte bu felaketlerin nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığını analiz edebilmek neredeyse imkansızdır. (Bakınız: “The Happening”, “The Village”, “Signs”)
Yönetmen, bilim-kurgu ile mitleşen dünya dışı varlıkları hikâyesine oturtur oturtmasına ama dini öğelerden alıntılama yapmadan da geçemez. Bilim ve felsefenin kardeşliğinden doğan fikirlerin hikâyedeki kapladığı yer, geniş olmakla beraber baskındır da… Genelde bilim ile tezat bir şekilde ilerleyen parapsikolojik dengeler somut değil, soyut değişkenlere bağlıdır ve kişilerin içlerindeki “güç” ile filizlenirler. Shyamalan’ın en önemli filmlerinden biri olan “The Sixth Sense” (Altıncı His) uzun yıllardır mesleğinden uzakta yaşayan psikiyatrın geçmişinde yaşadığı korkunç bir tecrübenin izlerinin halen kaybolmadığını ortaya koyar. Yıllar önce ağır bir saldırıya uğrayan ve ölüm tehlikesi ile burun buruna gelen psikiyatr yeni tanıştığı bir çocuk ile hayatında fırtınalar koparacak bir kırılma noktasını yaşar, çünkü çocuk altıncı his ile tüm dünyaya hâkim olacak bir enerjiye ve özel yeteneğe sahiptir.
DOĞAÜSTÜ OLAYLAR, DARREN ARONOFSKY, STEVEN SPİELBERG VE STEPHEN KİNG
Geldik Shyamalan’ın donelerini kullanarak kendi tarzını oturtan doğaüstü olaylara takıntılı yönetmen-yazar Darren Aronofsky’ye… Yönetmen seyircinin günlerce düşünmesini ve kafa yormasını ister. Hiçbir şekilde ser verip sır vermez. Onun tekniği sorgulama üzerinedir ve tıpkı Shyamalan gibi dini motiflerden beslenir zira dine takıntılıdır. Aranofsky insanın varoluşsal problemlerini ve bu amaç uğruna doğaya, insana ve yaradana yaptığı meydan okumalarını tematik olarak hikayelerine/filmlerine aktarır aralarına da “felsefik” ve parapsikolojik” teoremler yerleştirir. Bazen de felsefik aydınlanmalarla dini motifleri orta noktada kesiştirir. Buna en iyi örnek “The Fountain” filmidir
Bu yönetmenlerin dışında parapsikolojiyi filmlerinde kullanan çok önemli bir yönetmen vardır, o da Steven Spielberg’dür. Her ne kadar zamanla rotasını değiştirse de Spielberg’i ünlü yapan parapsikolojik filmlerden biri “Poltergeist”dir. Öyküsünü yazıp, senaryo ve yapımcılığına da katıldığı bu çağdaş fantastik/korku filmi, bir ailenin yaşam hikayesini ve içinde bulundukları zorlu durumu konu alır. Oturdukları evin eski bir mezarlığın üzerine inşa edildiğini bilmeyen aile mutlu mesut yaşantılarına devam ederler. Ne zaman ki evin hayaletlerle kaplı olduğunu öğrenirler, o vakit çok şaşırırlar ve hayaletler giderek aileyi rahatsız etmeye başlar. İşin kötü yanı, küçük kızları hayaletler tarafından başka bir boyuta kaçırılır. Bu nedenle, metafiziksel yöntemlere başvuran aile kızlarının neden kaçırıldığını anlamak adına kafa yorarlar, çünkü metafizikle ilgili daha önce hiçbir bilgiye sahip değildirler.
Geçirdiği bir trafik kazasından sonra paranormal olaylar hakkında romanlar yazan Stephen King, ‘paranormal’ olayları filmlere yansıtmayı hep çok sevmiştir. Tüm o paranormal olayları ‘parapsikoloji’ ile ilişkilendiren King, çoğu zaman onlara, mantıklı açıklamalar bulmaya çalışır. İşin en garibi de filmlerin finalinin ironik bir şekilde son buluşu… Hatta kimi zaman bu finaller fazla iç karartıcı olabiliyor. King’in önemli filmlerinden biri olan ve doğaüstü metaforlarla sarılı olan “Green Mile”, parapsikoloji ile harmanladığı hikâyeye farklı bir form vererek, hayatta mucizelerin olduğunu hatırlatır. Mucize filmi halen izlememiş olanlar varsa, izledikleri zaman hayatları tamamıyla değişecek.
Yine Stephen King’in en korkutucu ve önem teşkil eden filmlerinden biri olan “Shining” geçmişte yaşanan olayları bugüne taşıyarak, gizemin ve korkunun sınırlarını çizmiştir. Bunun da ötesinde; doğaüstü varlıkları ustaca kullanan film, çeşitli sürprizlerle ve fotoğrafik görüntülerle hikâyenin yönünü belirleyerek, sonundan başına kadar izleyicide merak duygusu uyandırmıştır.
DOĞAÜSTÜ OLAYLAR, PARANORMAL DENEYİMLER İLE KORKUYU HARMANLAYAN GUİLLERMO DEL TORO
Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro ise paranormal deneyimler ile korkuyu harmanlayarak fantastik dünyaya kapı açar ve olanı olduğu gibi kabul etmemizi, bilinmeyene karşı hemen cephe almamamızı, tam tersine bize nasıl faydası dokunacağını anlatır ve önyargıları kırarak seyirciye “hoş geldin” dedirtmek ister. Yaşamın tek düze olmadığını vurgulayan yönetmen daha önce hiç deneyimlememiş olduğumuz deneyimleri, anlamlandırmak adına bizi astral bir seyahate çıkarır. O astral seyahatte farklı olmayı öğrenir ve yeni şeyler keşfetmeye başlarız. Bazen keşfettiklerimiz mantıksız gelse de bir süre sonra değişim geçiririz, bazen de “imkânsızlıklar sadece bizim düşüncelerimizin bir gölgesidir” diye düşünüyoruz. Dünyanın var oluşu bile muammalar üzerine kuruludur, o döngüyü anlasak da, anlamasak da bazı şeyler öyle ya da böyle gerçekleşiyor. İnsan gözünün görmediği şeye kolay kolay inanmıyor, ama bu demek değildir ki; o şey gerçekleşemez. Gerçekleşir, fakat bizden çok uzaklarda… Varlığını hissedebiliriz, hissettiğimizdeyse kendimizi kudretli görürüz, biliriz ki hayat çok katmanlı ve derin… Yönetmene göre bir ayağımız bu dünyada, diğer ayağımız da öteki dünyadadır. (Bakınız: “Beyond dizisi” …)
Yönetmen nezdinde öteki dünya vardır ve o dünya bizim algılayabileceğimiz biçimde değildir, dolayısıyla bu çok fazla soru gerektirir. Bazen de öteki dünya, sadece bizim yaratmış olduğumuz bir alternatif gerçekliktir, yalnızca bir yansımadan ibarettir. Kendimizi içsel olarak kötü hissettiğimizde oraya gideriz. Kim bilir belki de Toro iki yönlü bir kurgu yapıyordur. Psikoloji ve parapsikolojiyi iç içe kullanan ender yönetmenlerden olan, Toro’nun tüm içsel mevzusu çocukluğuna dayanır. Çocukluğunun filmlerine aks ediyor oluşunun, her zaman farkına varmasak da izlerini görmemiz olasıdır, çünkü psikolojinin temeli “çocuklukta yaşanan travmalar/anılar” üzerine kurulmuştur. Tıpkı Sigmund Freud’un çocuklar üzerine yaptığı araştırmalar gibi…
DOĞAÜSTÜ OLAYLAR ve MEDYUMLUK VAR MI, YOK MU TARTIŞMASI
Bu ortaya konan parapsikolojik filmlerin dışında bir de medyumluk olgusu vardır. Parapsikoloji alanına giren önemli mevzulardan biri de medyumluğun gerçekten var olup olmadığı tartışmasıdır. Buradan yola çıkan “Red Lights” (Medyum) isimli film, parapsikolojinin bilimle olan çatışmasını konu almasının yanı sıra paranormal güçler ve bunlarla ilgili gelişen ‘sahtecilik’ vakalarına göz kırpıyor. Buna ek olarak; “Her medyumum diyene inanmayın, ama onların varlığını da kabul edin” mesajını yansıtarak, gerçeklik ve sahtecilik arasında bir bağ kuruyor. Paranormal aktivitelerin gerçek olduğuna dair dayanak bulamadıklarında reddetmenin daha kolay olduğunu savunan film, telepatik gözlem metotlarından tutun da, bilimsel yöntemlerdeki gediklere kadar birçok argümanı bünyesinde barındırıyor. Bilimsel teorileri de hikâyeye eklemeden geçmeyen film, insanlarda fazlasıyla merak uyandıran parapsikoloji-metafizik üzerine ciddi bir ağ örüyor.
Filmde kendi güçlerine inanmayan gerçek medyum Tom’un, bu içinde bulunduğu durumu bilimsel olarak çözme niyetiyle Dr. Matheson’ın yanında çalışmaya başlaması ve sonrasında da sahtekâr olduğunu öğrendiğimiz çakma medyum Silver’ı ifşa ederek, kendi güçlerini ortaya çıkarması, bir hayli enteresan olmakla beraber bir etki-tepki eylemidir.
DOĞAÜSTÜ OLAYLAR, BÜYÜCÜLÜK VE HARRY POTTER
Peki, ya büyücülük ve büyü için nasıl bir açıklama getirilebilir? Antik çağlarda yaygın bir inanış olan büyü günümüzde giderek etkisini yitirmiştir ve büyünün tüm çeşitleri bilim tarafından reddedilir ancak bazı dinlerde halen büyü izlerine rastlanmaktadır. Özellikle Orta çağda din adamı, mezarcı, şifacı, demirci gibi bazı meslek sahiplerinin ve ruhsal engeli olanların büyücülükle uğraştığı varsayılmış ve büyüye karşı talep artmıştır. Mesela bazı engellilerin büyü yapma veya ruh çağırma seansları esnasında doğaüstü güçler tarafından cezalandırıldığı konusunda bazı rivayetler söz konusudur. Büyücülük ile fantastik motifleri birleştiren Harry Potter filmi hayalleri ve yetenekleri olan 11 yaşındaki Harry’nin esrarengiz maceralarına yelken açar. Yetenekleri sayesinde Hogwarts büyücülük okuluna kayıt olan Harry, o okulda geçmişinde saklı kalan sırları büyü ile çözmeye çalışır. J. K. Rowling’in romanından adapte edilen filmin önemli bir detayı var, o da şu: Gördüğü rüyayı aynen romana döken yazar, aslında romanda kendini anlatır, yani Harry karakteri kendisidir.
Harry Potter ile ilişkilendirebileceğimiz J.K Rowling’in aynı isimli fantastik ansiklopedik kitabına dayanan “Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?” filmi fantastik yaratıklar üzerine kitap yazan bir yazarın, gezi notlarını ortaya döküyor. Harry Potter’ın onun kitabını okumasından 70 yıl önce kitabı yazmış olan Newt Scamander’ın New York’ta yaşadığı maceraları konu alan roman genç kâşifin New York’un gizli cadı ve büyücü komitesiyle beraber yola çıktıkları serüveni peliküle aktarıyor.
Tüm anlatılanları tek bir çatı altında birleştirdiğimizde, Shyamalan’ın konuyu özetleyen önemli bir cümlesi ile net bir sonuç çıkartabiliriz: “Ben her zaman garip olaylardan etkileniyorum, mesela arıların yok oluşu gibi… Bunun hakkında bir makale okumuştum.” Aslında garip olaylar hepimizin ilgisini çekiyor, çünkü bulmaca gibi çözmeye çalışıyoruz, zaten “gizem” sırf bu yüzden insan hayatını etkilemiyor mu? Anlam bulamadığımız zor şeyler her daim bizi içine çeker ve onlara ulaşmaya çalıştıkça daha çok efor sarf ederiz. Mutlaka nihai çözüme erişmeliyiz diye kendi kendimizi yeriz. Erişip erişemediğimiz ise sadece koca bir boşluktan ibarettir.
*Psikesinema dergisinde yayınlanmıştır.
[mks_separator style=”solid” height=”2″]
Değerli okurlar yazılarım hakkında olumlu ya da olumsuz görüşlerinizi yorum kısmına bırakacağınız mesajlarınızla bana iletirseniz çok memnun olurum. Yapacağınız yorumlarla daha özgü içerikler üretmeme katkıda bulunduğunuz için şimdiden teşekkür ederim.
SİZ DE ARAMIZA KATILIN
Yazar için önemli olan okuyucudur, okuyucum olmak ve bu konuda bana ilham sağlamak için benimle irtibatta kal.