Şu son zamanlarda televizyonda izlediğimiz diziler o kadar alalade ki, kimimizi boğum boğum boğuyor, kimimizi de mutluluktan havaya uçurtuyor. Ama bazen dizilere gereğinden fazla anlam yükleyenlere hayretle bakıyorum. Ne de olsa hayatları onlara endeksli! Bazıları televizyonun başından bile kalkamıyor. Ne trajik bir durum bu. Peki, bu diziler izlenmesin mi? İzlensin tabi ki ama onları tabulaştırdığımızda kendi hayatlarımızdan ödün vermiş oluyoruz. Her şey tadında güzeldir. Çiçeği bile dalından kopardığınızda çiçek boynunu büker. Dizi, dizi olarak kalmalıdır. Yani kullanıp tükettiğimiz nesneler misali… Nasıl ki, kalemin mürekkebi tükeniyorsa, bir gün o diziler de tükenecek. Bu bilinçte olursak izlemenin kıymetini anlamış oluruz. Keşke tükenmez kalem gibi olsalar… Lakin belli bir zaman sonra o da tükeniyor.
Dizideki mutluluk hormonu
Eğer bir diziyi izlerken 90 dakikanızı mutlu bir şekilde geçiyorsanız sorun yok demektir. Onu abartmanın alemi yok. Gelin bu mutluluğu gündelik yaşamımıza uygulayalım. Dizilerden aldığınız ‘mutluluk hormonu’nu kendinize şırınga ediniz. Aaa korkmayın sakın bu can yakmayan bir şırınga! Bağımlılık yaratan bir madde kullanmıyorsunuz sonuçta. O etkiyi bilinçaltınızdan silip kolayca sıfırlayabilirsiniz. Eskiden ben de yapamıyordum bunu ama dizilerin kölesi olduğumun farkına vardıktan sonra rahatça uygulayabildim. Dizi köleliği deyip geçmeyin çünkü ruhunuzu teslim ediyorsunuz. Makine ve insan arasındaki iletişimi güçlendirip güçlendirmemek yalnızca sizin elinizde! Makineye aşırı derecede teslim olmayın derim. Neyse tüm bunlar bir yana, şimdi de gelelim bilmeniz gereken önemli bir detaya. Ne yazık ki son zamanlarda ekranda yayınlanan diziler çok yavan. Arada çok az iyi dizi çıkıyor. Başarısını perçinleyen ancak bir ya da iki dizi çıkar. Bu kadar eleştirdik sonra kurunun yanında yaş da yanmasın, öyle değil mi? Hani televizyona bağlılık yemini etmiş olsaydınız neden bu denli ilgiyle izliyorsunuz diye sorardım ama soramıyorum. Şayet benim de izlediğim iyi bir dizi olmasaydı o zaman sorardım. Yıllar sonra yeniden güneşimi bulmuş gibiyim. Sırf bu sebepten ötürü neşem katbekat artıyor.
Fatih Harbiye dizisi ile ekran keyfi…
Sizi daha fazla meraklandırmadan dizi hakkında söyleyeceklerime geçiyorum. Usta yazar Peyami Sefa’nın romanından adapte edilen Fatih Harbiye, izleyenleri bambaşka bir dünyaya doğru sürükleyip zamanda yolculuk yapmalarına olanak tanıyan kocaman bir lunapark sanki… Desenize lunaparktaki çocuklar gibi şen şakraksınız diye. Evet aynen öyle. Tabi her şey bu kadarla sınırlı değil. Hani çocuklar sorar ya hediyemiz nerede, hediyemiz nerede diye… Aldık onu merak etmeyin. O hediye nedir diye soranlara cevabı yapıştırayım hemen. Hediyemiz; şifa veren bir iksir! Kullanabilirseniz ne ala… Zaten o iksirin kullanıldığını dizinin arasına eklemlenen müziklerden anlıyoruz. İşte o müzikler tıpkı büyülü aşkın notaları gibi… Bana göre, müziği kuvvetli olmayan bir dizi yavan bir yemeğe benzer. Ama bu yemek çok lezzetli ya! Hiç bitsin istemiyorum. Kim bilir belki de müziğin heyecanına kapıldım. Gerçi bunun çok da önemi yok. Sonuçta bütünü parçalarından ayıramayız. O heyecanı bize yaşatıp koltuklarımızdan zıplamamıza sebebiyet veriyorsa alamet-i farikasını çoktan ortaya koymuş demektir. İddialı olmayan işler her zaman sıra dışıdır. Düşünceleri serbest bırakmak her zaman en doğru karardır. “Ben şunu şöyle yaparım, ben bu denli reyting alırım” tarzında düşünenler yolu yokuşa sürükler. Daha dereyi görmeden paçayı sıvıyorlar. Bence asıl önemli olan doğru isimlerle çalışmak. Fatih Harbiye bunu doğru bir şekilde başardı. Ve bu yüzden gönlümde taht kurdu. O taht şu an çok sağlam. Genel olarak değerlendirdiğimizde her şey çok kusursuz, sağlam ve mükemmelmiş gibi gözükebilir ama bir de buzdağının arkasında kalan yüzeye bakmak lazım. O yüzey biraz sallantılı olabilir. Lakin hepimiz biliyoruz ki “hatasız kul olmaz.”
Dizi ve olumsuzlukları…
1930 yılında yazılan Fatih Harbiye Romanı esasında günümüzün şartlarına uymuyor. En büyük handikabı da fazla ‘batılılaştırılmış’ olması. Ne yapalım bu kadar kusur kadı kızında da olur. Diziyi ana hatlarıyla değerlendirdikten sonra şimdi sıra dizinin en kötü yönünü ele almaya… Sizce hangi bayan evde aşırı makyajlı bir şekilde hayatını idame ettirir? Eh bir de kırmızı ruju varsa vay haline! Aynen dizide böyle bir durum söz konusu. Yönetmenin bu hatayı gözden kaçırması cidden şaşılası bir durum. Onun dışında söyleyecek pek bir şey yok. Ben en çok buraya takılmıştım. Belki gözümden kaçan başka hatalar da olmuştur. Herneyse…
Kıssadan hisse; bazı televizyon programlarının insanları monotonlaştırdığı şu günlerde insanların tutundukları dallardan biri olan diziler eğer mantık çerçevesinde ele alınıp, doğru şekilde seyirciye aktarılırsa eğlenceli dakikaların dozajı artacak ve bu vesileyle ‘hedef kitle’ sorunu da aşılmış olacak. Aksi takdirde televizyon ekran karşısındakilere kuru bir eğlence sunmaya devam edecek. Üretim hareketlenmedikçe bu sorunu aşabileceğimizi düşünmüyorum. Hiçbir şey için geç değil, çünkü nabzımız halen atmakta…
Cosmoturk/Arzu Çevikalp