Kitap tutkunlarına ve edebiyata düşkün olanlara neredeyse ilaç gibi gelen The Bookshop (Sahaf) 37. İstanbul Film Festivalinde gösterildi. İzleyicilerden güzel yorumlar alan film, İspanyol kadın yönetmen İsabel Coixet aracılığıyla bizi geçmişe yani teknolojinin hayatımızı tam anlamıyla girmediği yıllara doğru götürüyor ve kitaplarla yaşadığımız aşkı simgeliyor.
“Ekonomik anlamda güçlü zayıfı ezer” düşüncesinin baskın oluşu ve hiyerarşik düzenden nemalanışımız, yaşadığımız hayatın resmini çekiyor adeta. Büyük işletmelerde etkisini gösteren kapitalizm ise küçük işletmeleri gölgede bırakıyor. Ayakta kalmak için yapmamız gereken şey, korkuyu bir kenara bırakıp; cesareti ön plana almak.
Başarılı olmak adına şahsiyetimizi ortaya koymalıyız ki, hedefi tam on ikiden vuralım. Eğer istikrarlı olmayı bırakıp, pes edersek engebeli yollardan yürümekten vazgeçmişiz demektir, işte o zaman içsel olarak çöküşe geçip mutsuzluğu seçmişizdir. Ne kadar köşeye sıkıştırılsak sıkıştırılalım, hayallerimiz uğruna sonuna kadar mücadele edip, onları gerçeğe dönüştürmeliyiz, çünkü yaptığımız işe olan inancımız bizi dimdik ayakta tutar. Geri çekilmek kolay, üstesinden gelmek zor. Zoru başarmak için önce bazı bedeller ödemeyi kabul etmeli ve kendimizle barışık olmalıyız, bunu yaptığımız vakit mutlaka bizimle empati kuranlar çıkacaktır.
Kapitalizm ile savaşan edebiyat
Tüm bu ortaya koyduklarımızdan yola çıkan “The Bookshop”, 1959 yılında yeni yerleştiği kasabada, eski bir evi kitapçıya dönüştürmeye çalışan kibar ve onurlu bir kadının (Florence) tinsel hikayesini ortaya koyuyor. Kitaplarla dost olmanın, onları hayatın merkezine yerleştirmenin ve sürekli yeni bilgiler öğrenmek için onlarla yatıp, onlarla kalkmanın önemine değinen film, acımasız insanlarla dolu bir kasabada meydana gelen olayları yarı trajik, yarı mizahi bir şekilde ele alıyor.
Florence’ın aleyhine türlü türlü oyunlar çeviren kasaba yerlileri, muhalefet oluşturarak Florence’in küçük işletmesini yıkmaya çalışıyorlar, çünkü onlar için aslolan kapitalizmi yaşatmak. Entelektüel olmak, sanata ve edebiyata hizmet etmek gibi düşünceleri yok ne yazık ki… Kasabayı politik mayın tarlasına çeviren kapitalist kasaba yerlileri, sadece kendilerini düşündüklerinden ötürü Florence’ın duygularını hiçe sayarak, benmerkezci oluşlarının kanıtını seyircinin eline tutuşturuyorlar.
Madalyanın bir yüzünde edebiyat, diğer yüzünde ise para var. Kasaba yerlileri Florence nasılsa kitap satarak para kazanamaz diye düşünüp işi diktatörlük mevzusuna dönüştürüyorlar, yani parası olanlar parasız olanı ortadan kaldırmak için savaşıyorlar. Mesela Florence’ın elindeki kitapçıyı zorla almaya çalışmaları bunun en önemli göstergesi… Florence ise karakterinden ödün vermeden, odağını kitaplara doğru yöneltiyor ve kitap okumanın ne denli kutsal olduğunu vurgulamakla beraber, kitapsız tamamen bir hiç olduğumuzu tekrar ve tekrar hatırlatıyor.
Kültürel uyanışın varlığını gösteremeyişi
Kitapların ruhumuza iyi geldiğini savunan Florence, en iyi dostlarımızın kitaplar olduğunu, onların bizi bir hançer misali sırtımızdan bıçaklamayacağını dile getirerek, edebiyatın insanın iç dünyasıyla beslendiğini ve duyguları harekete geçirdiğini gözler önüne seriyor. Kültürel uyanış/aydınlanma yaşatmak için var gücüyle çalışan Florence, dar görüşlü kasaba yerlilerinin her ne kadar negatif görüşlerini tersine çevirmeye çalışsa da, kapalı pencereler ardında gizlenen insanlara ulaşmanın mümkün olmadığının altını yaldızlı kalemle çiziyor.
Peki, galip gelmek için ne yapılması gerek? İnsanları değiştirmeye çalışmadan size inanmalarını sağlamak ve yeni strateji geliştirmek… Bu bağlamda, kibirli kasaba yerlilerinin kültürden be edebiyattan yoksunlukları nedeniyle iç yalnızlıkları onları geri plana doğru itiyor, çünkü odak noktaları sabit… Daha doğrusu sabit fikirliler. Florence’ı hep caydırmaya çalışıyorlar, yardım etmedikleri gibi bir de köstek oluyorlar, bunun sebebi de önyargılı oluşları. At gözlüğü takmalarına ne demeli?
Tüm bunlar bir kenara, Florence için asıl yıkıcı olan, kitapçıda kendisine yardım eden kız öğrenciyi şikâyet eden kasaba yerlileri. Her okul çıkışında vaktini kitapçıda geçiren kız, reşit olmadığı gerekçesiyle okul müdürünün huzuruna çıkıyor ve sonrasında bir daha kitapçıda çalışamayacağını öğreniyor. Şu bir gerçek ki, her ne kadar olumsuzluk yaşansa da Florence ve öğrenci kız arasında gelişen sevgi bağı birçok şeyin üstesinden gelmelerine vesile oluyor. Florence’ı ancak Florence gibiler anlar, zira küçük kız ve Florence arasında frekans farklılığı yok. Akıl yaşta değil, baştadır diye boşuna dememişler.
Karanlık düşüncelerden uzaklaşan Florence
Geldik Florence’ın hayatındaki aydınlık alana… Karanlık düşüncelerden uzaklaşan Florence’ın en kadim müşterilerinden biri olan kitap kurdu Edmund Brundish uzun yıllardır evinden çıkmıyor, kısacası evi onun sığınağı… Florence sayesinde hayatındaki bazı dengeler ister istemez değişiyor, çünkü kendisini akışa bırakıyor. Brundish, ne kitap, ne de ilişki konusunda kolay. Zoru seven ve zordan vazgeçmeyen Brundish, Florence’ın düşüncelerine aşırı önem veriyor, ta ki Florence ile olan bağı çatırdayana değin…
Hikâyenin alt metinlerinde yatan nazar mevzusu, karakterler üzerindeki baskınlığını ortaya koyuyor ve buradan şu neticeye varıyoruz: Kasaba yerlilerinin kötü bakışları ve kem gözleri hem Florence, hem de Brundish üzerinde negatif etki yaratıyor. Açıkça ifade etmek gerekirse, herkes kendi payına düşen görevi yerine getiriyor. Buradan anlıyoruz ki, iyi kalpli iki dostun mutlu olamamalarının en büyük müsebbibi çoğunluğun baskıcı tavırları… Ortak suç işlemeleri ise hikâyenin çatısını oluşturuyor. (Bakınız: Agatha Christie’nin “Murder On The Orient Express” filmi)
The Bookshop’un en büyük sürprizi finalinde
Hani hep aklımızdan geçer ya, geçmişte insanlar daha samimi ve iyi niyetlilerdi diye, aslında film bu düşünceyi çürütüyor. Geçmiş ya da günümüz hiç fark etmez, çünkü iyilik ve kötülük her daim yaşamımızın içine sokulmuş durumda. İyi insan ve kötü insan diye ayırmamak gerek. Ne de olsa insanı insan yapan onurudur.
Günümüzün önemli kadın yönetmenlerinden biri olan İsabel Coixet, Penelope Fitzgerald’ın romanından uyarlamış olduğu “The Bookshop” ile yalnızlığı, dostluğu, hayal kırıklığını, mutluluğu, sevinci, kederi, huzuru, huzursuzluğu ve sayamadığımız daha birçok duyguyu hikâyeye monte ederek, hikâye içinde farklı hikayecikler oluşturuyor. Dram ile iç içe geçen mizah; seyircinin perdede izledikleriyle özdeşleşmesini ve içsel benliğine bir bakış atmasını sağlıyor. Usta kadrajıyla seyirciyi görsel olarak doyuran İsabel Coixet, yalnızca edebiyata değinmiyor, aynı zamanda psikolojinin ve hümanizmin hülasasını çıkarıyor. Son olarak şunu söyleyelim: filmin en büyük sürprizi finalinde…
Yazı: Arzu Çevikalp
arzu.kultursanat@gmail.com
HTHAYAT