Selen Korad Birkiye: “Sanatla uğraşmasam şimdiki ben olamazdım

  • 3 yıl önce
  • 12Dakika
  • 3187Sözcük
  • 135Görüntülenme

Bugün olduğu kişiyi sanata borçlu olduğunu ifade eden Doç. Dr. Selen Korad Birkiye, sanatın her alanında yer alan çok özel bir insan… Bilgisini ve kültürünü paylaşmayı seven Birkiye, pandemiyi lehine kullanarak çalışmalarına odaklanıyor. Planlı ve programlı hareket eden Birkiye, normale döndüğümüzde ne yapacağına çoktan karar vermiş durumda… Farkında olmadığı yeteneklerini keşfedip onlarla nasıl mutlu olacağını iyi biliyor oluşu da kendine yetebilen bir birey olduğunu gösteriyor. Her zaman zamanını dolu ve faydalı geçirmeye çalışıyor. Bugünkü başarısını istikrarlı duruşuna ve çalışmasına bağlı. Sanat dolu bir aile büyümesi de cabası! Yaratıcılık ile beslenen değerli akademisyenin bizlere katacağı değerlerle yaşamımız anlam kazanacak. Sorularıma özenle cevap veren Doç. Dr. Selen Korad Birkiye’ye teşekkürler.

Pandemi nedeniyle insanlar içlerindeki psikolojik boşluğu doldurmak için sanata yöneldi ve sanat terapisi eğitimleri popülerliğini arttırdı. Sanatla olan yolculuğunuz nasıl başladı?

Herhalde en büyük şansım doğduğum aileydi. Yani bir nevi doğduğum ev kaderimdi! Babam Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve yönetmen, babası asker olmasına rağmen ressam, annesi ve teyzesi piyanist, dayısı klarnetistti. Diğer teyzesi de keman çalarmış, evde birlikte oda müziği konserleri yaparlarmış. Dolayısıyla babamın inanılmaz bir klasik Batı müziği kültürü, resim ve edebiyat bilgisi vardı. Annemin kara kalemi çok kuvvetliydi, evimiz için modernist mobilyalar tasarlardı. Ailenin bütün yeteneklerini alan kardeşim ise klasik gitarist olmayı seçti. Üniversite’den mezun olurken çok gençken içime düşen tiyatro aşkımdan vazgeçemeyeceğimi anladım, ancak yaşım 21’i geçtiği için oyuncu olmak için konservatuvara girme imkânım yoktu. Okumayı sevmem ve yazmaya meraklı olmam nedeniyle babamın teşvikiyle dramaturg olmayı aklıma koydum ve bu amacıma uzunca bir yolculuk sonunda ulaştım. Ancak özellikle resim ve heykel hayatımda en sevdiğim ikinci sanat alanı oldu. Buradan da şu sonuca varalım: Derler ya tiyatrocuların çocukları niye tiyatrocu olur diye. Avukatların çocuklarının da genelde avukatlığa yönelmesi gibi, doğduğunuz aile ve çevrenin sizin hangi yeteneklerinizi teşvik ettiği ve hangi kültürle beslediği çok önemli. Ardından da tabii okul, nitelikli sanatsal kurumların ulaşılırlığı ve medyadan siyasete dış çevrenin yaklaşımı geliyor. Tabii ki çok farklı aile ve kültürel geçmişlerden gelenler sanata yöneliyorlar, ama ailenin desteği burada çok büyük bir avantaj. Çünkü hem sanata hem de bilimsel düşünceye yönlendiren, kocaman kütüphanesi olan bir evde büyüdüm ben.

Sanatın her alanında yer alıyorsunuz, bu sanat sevdanız içsel olarak ruhunuzu besledi mi?

Zaten sanatla uğraşmasam şimdiki ben olamazdım ki. Sanat, ister üretimi içinde herhangi bir alanda, ister izleyici/okuyucu gibi tüketici konumunda olsun, mutlaka bir yerlerinde var olmak istediğim çok geniş bir alan. Sürekli yeni dünyalar, insanlar, bakışlar, düşünceler ve üsluplarla tanışıyorsunuz. Üstelik bu durum sizin tüm sosyal bilimlerle ve kültür tarihiyle de ilişki kurmanızı sağlıyor. Çok klasik olacak, ama sanatsız kalmak benim için nefessiz kalmak gibi bir şey.

Bir kadın olarak güçlü bir duruşunuz var ve sürekli aktifsiniz. Hem kitap yazıyorsunuz hem dramaturjiye destek veriyorsunuz hem de insanların ruhuna dokunuyorsunuz. Bu çok yüce bir duygu olmalı?

Çok naziksiniz. İşimi hakkıyla yapmaya çalışıyorum ve zevk alıyorum. İşim para kazanmak için mecburen yapılabilecek bir şey değil, aslında kendimi gerçekleştirme yöntemim. Kendimi böyle iyi hissediyorum. Yani oldukça “haz odaklı” bir motivasyonum var. Akademik çalışmalarım da mesleğim de benim yaşamımın ayrılmaz parçası. Onlar olmadan ne yapardım, nasıl bir insan olurdum gerçekten bilemiyorum.

sanat

“Sinema sektörünün devamı dijital platformlarla pekâlâ sürebilir”

Sizce pandemi nedeniyle bundan sonra tiyatro ve sinemanın hali ne olacak, dijital dünyaya ne kadar dayanabiliriz? Bu mekanikleşmeyi ve robotlaşmayı nasıl kırabiliriz?

Sinema sektörünün devamı dijital platformlarla pekâlâ sürebilir. Ama canlı izleyici için hazırlanmış bir oyunu, iki kamerayla çekip internette yayına açmak doğal olarak tiyatro değil, tiyatronun gölgesidir. Bu durumda iki alternatif var önümüzde: Birincisi, gerçekten dijital platformlara uygun performans biçimleri geliştirmek ki, bu konuda son 15-20 yıldır pek çok çalışma yapılıyor dünyada. Bu doğal olarak izleyici ve oyuncu ilişkisini de değiştirecek bir yapı taşıyacaktır. Ülkemizde de bu tarz çalışmalar birkaç yıldır yapılıyordu zaten. İkinci olarak, eğer pandemi koşulları devam ederse –ve sektör batmazsa- bu koşullara uygun sahne ve izleyici yerleştirme biçimlerinin tasarlanması gerekecektir. Normale dönüş kısa vadede mümkün olsa bile, mantıken yaşanılan bu pandemi travmasının dünyada etkilerinin uzun süre devam etmesi gerekir. Öte yandan, toplumsal hayattan uzun süre izole olmuş kitlelerin açlığı, yeterli destekle tiyatro sektörü için bir fırsata da dönüştürülebilir. Bu noktada sektörün büyük bir esneklik ve yaratıcılık göstermesi gerekmektedir. Ayrıca alternatif açık hava mekanlarının kullanılma avantajı yaz aylarında, sektörün toparlanması için bir fırsat olabilir. Ki bu durum mekâna özgü üretimleri arttırarak, Türk tiyatrosuna yeni bir soluk bile getirebilir. Bu da zaten sözünü ettiğiniz mekanikleşmeyi kıracaktır.

“Şu dönem biraz eldekiyle avunma dönemi”

Bir esere dokunmadan, onunla bütünleşmeden sanatın amacına ulaşmasının zor olacağı inancındayım. Bu özlem duyduğumuz arzuları hep içimizde yaşıyoruz ve süreci lehimize çevirmek için neler yapmalıyız?

Şu dönem biraz eldekiyle avunma dönemi maalesef. Gitmek için iki yıldır beklediğim Refik Anadol sergisine bile uzun kuyruklar ve içerideki kalabalığın bulaş riskini arttırma olasılığı nedeniyle gidemedim. Bu da şu teselliyi doğurdu içimde: iyi ki şu sergileri izlemişim, şu müzeleri görmüşüm, şu konserlere ve oyunlara fırsatım varken gitmişim. En azından tüm bu kaynaklara dijital platformlarda ulaşılabiliyor olması, sanatsal zevki vermese bile, bilgilenme ihtiyacımızı tatmin ediyor. Bence bu önemli. Süreci biraz eksik bilgilerimizi tamamlayarak ve dünyada neler oluyormuşa bakarak geçirsek, en azından -normale dönüldüğü takdirde- sanatı tüketmekten alacağımız zevk de bu nispette farklılaşacaktır.

Haklarınızı sonuna kadar savunan birisiniz ve bazı engellerle karşılaşıyorsunuz, bu engeller bir gün son bulacak mı ve Türkiye’de akademisyen olmak ne derece faydalı?

Aslında Türkiye’de gerçek anlamda düşünce özgürlüğünden bahsetmek hiçbir zaman tam olarak gerçekleşemedi. Tarihimiz boyunca kimi kavramlar, ideolojiler, etnik gruplar hep sakıncalı ilan edildi. Sonuçta gücü ele geçiren kendi günah keçilerini ve kısıtlamalarını gündeme getirdi. Her daim ezilen ise gerçek anlamda özgür düşüncenin peşinde olanlardı. 12 Eylül’de de daha öncesinde de bugün de! O zamanlar Barış davasından pek çok kişi işini kaybetti, şimdi Barış imzacıları ve muhalifler. 12 Eylül sonrası 90’lara kadar DT’de Nazım Hikmet, Brecht oynanamadı. Şimdi de etliye sütlüye karışan hiçbir şey oynanamıyor. Cumhuriyet tarihimiz boyunca ne yazık ki ülkemizdeki özgürleşmeler hep geçici, tali gelişmeler olarak kaldı, ardından bu özgürlükler geri alınıp, eskisinden de kötü bir duruma gelindi. Yani genel iklimimiz yasaklayıcılık ve başka düşünceye tahammül edememekten geçiyor. Üstelik sağcı hükümetler de solcular da bu konuda aynı derecede sabıkalı. Günümüzde akademik olarak pek çok hoca derste söyleyeceklerine dikkat ediyor, düşüncesini ifade etmekten çekiniyor. Sonuçta, düşünce özgürlüğü olmayan bir ülkede yaşadığımız çok açık. Böyle bir ortamda belki sanat bir yolunu bularak, dolaylı aktarımlarla kendini ifade edebilir. Ama bilimsel düşüncenin ve araştırmanın önü tamamen tıkanır. Bu durumda akademisyenin faydasının, -öğretmenlikten önce araştırmacılık vasfına sahip olmasını sağlayan, akademik niteliğinin de alt yapısını oluşturan- özgür üniversite kavramından geçtiğinin altını çizerek, bu şartlar altında akademisyenlerin topluma ne kadar faydalı olabileceğinin cevabını okuyucuya bırakıyorum.

Boğaziçi Kampüs’te sanat terapisi dersleriniz var, derslerinize ilgi nasıl?

Sanat Terapisi, Boğaziçi Kampüs’te çok yeni başladığımız bir eğitim programı. Bu eğitimlere önümüzdeki günlerde de Müzik Terapisi ekleniyor. Bu kadar yeni olmasına rağmen, ilgi gittikçe artıyor ve sizden olduğu gibi çok güzel geri dönüşler alıyoruz. Sanat Terapisi özellikle eğitim, sanat, psikoloji, PDR alanlarından gelenlerle, kişisel gelişim ihtiyacı içinde olanların talep ettiği bir eğitim. Sanatın kendisinin başlı başına sağaltıcı bir unsur olduğundan hareketle oluşturulmuş ve gerçekten de kişinin benlik bilincinden, çeşitli farkındalık düzeylerine ve spesifik sorunlarına çözüm bulmada kullanılan danışmanlık ve terapi tekniklerinden birisi bu. Uygulama mantığı kavrandıktan sonra kişinin yaratıcılığı ve öğrenme arzusuyla doğru orantılı olarak geliştirilecek, uygularken danışmanın da sürekli olarak kendisini ve bilgi düzeyini test etmesini ve yenilemesini gerektiren bir yöntem. Sanat terapisi eğitiminin, müzik terapi ve –yeterli donanımı olmayanlar için- Bilişsel Davranışçı Terapi, Geştalt gibi psikoterapi eğitimleriyle de desteklendiği takdirde, gerçekten de insanın hayatında başka bir mesleki perspektif ve psikolojik fayda oluşturacağına inanıyorum. Kendimden biliyorum.

sanat
 

“Sanat kendine doğal olarak yeni bir yön bulmak zorundaydı”

Eski sanat eserlerindeki ihtişam ve büyüyü günümüzde bulamıyoruz ve kapitalizmin de etkisiyle sanat farklı yönlere evriliyor. Sizce bu olumsuz tabloyu değiştirmemiz mümkün mü?

Bence değil. Çünkü artık sanat değişti, sanat ve sanatçı algısı da değişti. 20. Yüzyıl başından itibaren çok ciddi bir düşünsel ve estetik kırılma yaşandı. Her çağ kendi zamanının ruhunu yansıtır. Dolayısıyla pek çok sanat eleştirmeni için bu durum hiç de olumsuz bir tablo değil. Yapılmayan hiçbir şey, söylenmeyen hiçbir söz, aşılamayan hiçbir sanatsal beceri kalmadı. Bu durumda sanat kendine doğal olarak yeni bir yön bulmak zorundaydı. Modernist sanatın seçkinciliği ve anlaşılmazlığı, yerini postmodernist sanatın kolay anlaşılır gündelik estetiğinin eklektizmine bıraktı, ama bu da gittikçe modernizmle aynı sonucu doğurdu: Sanatın halkla istenilen ilişkiyi kuramaması. Bu noktada artık sanat da araçlarını değiştirmeye, yaratıcılığı barındıran her sektörün yaratıcı endüstri kavramıyla birlikte bir nevi sanat olarak algılanmasına neden oldu. Artık 100 küsur yıl önce yapılmış olan Van Gogh tablosunun yerini, Refik Anadol’un Makine Halüsinasyonları aldı ki bu da onun kadar kıymetli. Tabii ki klasik sanat (tan ne anlıyorsak) başka bir kanaldan devam ediyor, ama artık tahtı çoktan sarsıldı. Yüzyıl sonra sanat olarak neyi tanımlayacağımızın merakı içindeyim ben asıl.

“Normal şartlarda bir üniversitenin çekirdeği kütüphanedir”

Ülkemizde kitap okuma alışkanlığının çok az olmasının dışında, arşivleme konusunda da sıkıntılar mevcut. Literatür taraması yaparken öğrenciler çok zorlanıyor, özellikle de eski verilere erişme konusunda. Araştırma yapma hususunda da durum çok farklı değil. Bir akademisyen olarak ne önerirsiniz?

Öğrencilerimizin bilgiye ulaşmasıyla ilgili en büyük sıkıntılarımızdan birincisi, internette olmayan bilginin varlığının peşinden koşulması gerektiğini anlamakta zorlanmaları. Doğal olarak her kaynak dijital arşivlerde bulunmuyor. Üstelik bir kitabı ya da süreli yayını karıştırıp içinde işinize yarayacak bilgilerin izini sürmek bambaşka bir deneyim ve zenginlik. Öte yandan eğer A klas bir üniversitede okumuyorsanız, kütüphanesinin yeterliliğinin soru işareti olması çok mümkündür. Üniversite kavramının oluşumuna baktığımızda, önce bilginin depolandığı alanlar olarak ortaya çıktıklarını, ardından bilimin ve bilginin paylaşımı ve tekrar üretimine geçildiğini görürüz. Yani normal şartlarda bir üniversitenin çekirdeği kütüphanedir. Üniversite tüm eğitim ve araştırma gücünü kütüphaneden alır. Bu hem öğretim kadrosunun hem de öğrencilerin temel araştırma kaynağıdır. Mevcut durumda üniversite kütüphanelerinin yetersizliğine, yeterli akademik kaynağa sahip halk ve araştırma kütüphanelerinin azlığı, öğrencilerin kitap alım güçlerinin kısıtlılığı ve piyasadaki kitapların yeterliliği sorunu da eklenince, basılı malzemelerden araştırma yapması gereken öğrencilerin başı iyice sıkışıyor. Dolayısıyla, çözüm üniversitelerin bünyelerindeki kütüphanelerde basılı ve dijital kaynakların çeşitliliğinin arttırılmasına çok önem vermesinden geçiyor. Bence gerçekten üniversite okumanın hakkını vermeyi düşünecek öğrencinin tercihlerini yaparken bakacağı kriterlerin başında kütüphanesinin genişliği gelmeli. Ancak üniversitenin uluslararası kütüphanelerle anlaşması olması yeterli bir kriter değildir, özellikle yabancı dili akademik yeterlilikte olmayan öğrenciler için. Dikkat edin, ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent gibi üniversitelerin kütüphane olanakları, eğitim sistemlerinin de teşvikiyle, başarılı ve emsallerine fark yaratan öğrenciler yetiştirmekte. Bu durumun farkına varmak belki diğer üniversiteleri de itekler. Kampüste kuaför ya da 3 farklı kafe açılmasından çok daha önemli ve hayati bir yatırım bu.

ODTÜ Sosyoloji bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladınız. Buradan yola çıkarak, ülkemizde sosyolojiye gerekli önemin verilmediği düşüncesindeyim ta ki pandemiye değin… Pandemi dönemiyle belirli kırılmalar yaşandı. Aynı zamanda bir sosyolog olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendimi sosyolog olarak görmüyorum, bu bilim dalında eğitim görmüş olmak meslek hayatımda bana inanılmaz bir avantaj sağlamasına rağmen meslek olarak sosyologluk hiç yapmadım. 1988’de lisanstan mezun olan birisi olarak, son 10-15 yılda ülkemizde sosyolojinin yükselen bir trend olduğunu söyleyebilirim. Ben mezun olduğum zaman sadece Devlet Planlama Teşkilatı sosyolog alırdı. Özel sektörde ise esamesi bile okunmazdı. Özellikle dünyada ve ülkemizde yaşanan değişimlerden hareketle, geleceğe dair bir strateji kurmak isteyen pek çok şirket ve kurum sosyolojiden yararlanmakta. Siyasi partiler ve araştırma şirketleri için de bu vazgeçilmez bir alan haline geldi. Ancak korona ile birlikte “boş zamanlar sosyolojisi” bence yükselişe geçecek alanlardan birisi olarak düşünülmeli. Sadece makro sistemlerin değil, mikro ölçekte aile ve kurumların pandemiye adaptasyonundaki trendleri belirlemek, önümüzdeki 10 yıl için hayati bir öneme sahip olacaktır.

“Farkında olmadığım pek çok yeteneğimi keşfettim”

İçinde bulunduğumuz şartlara göre, hangi alanlara daha çok eğilmeli? Kendimize yapacağımız en büyük iyilik sizce ne olmalı?

Şu bir gerçek ki, pandemi, tüketimi pek çok alanda azaltırken, dijital platformlarda sunulan eğitim, kurs, panel, sanatsal ve sosyal paylaşımlara ilgiyi kat be kat arttırdı. Üstelik bunların pek çoğu ücretsiz ya da makul fiyatlara erişilmekteler; gündelik hayatta duyduğumuz boşluğu doldurarak sosyal izolasyonun neden olduğu stres ve anksiyeteyi azaltırken, kişisel gelişimimizi ve beynimizi de besleyen yeni fırsatlarla karşılaşmamızı sağlama açısından çok avantajlılar. Bu arada özellikle eğitimcilerin online platform eğitimleri için ustalaşması da kaçınılmaz oldu. Öyle ki sanal ortamda asla yapılamaz denilen psikodrama, yaratıcı drama, enstrüman çalma gibi eğitim ve etkinlikler bile bir adaptasyon süresinden sonra yapılabilmeye başlandı. Bu nedenle hayatımızda bugüne dek yapmadığımız, ertelediğimiz ya da kolayca göz ardı ettiğimiz herhangi bir eğitim yada beceri gelişimini yapmanın yada var olan potansiyelimizi ve birikimimizi üretime dökmenin vakti çoktan geldi. Kendimize yatırım yapmak, kendimizi besleyecek, geliştirecek herhangi bir ilgi alanımızda eğitim alıp bunu uygulamaya başlamak bunun ilk adımı. Kendi adıma pandemi dönemi hem akademik hem de ruhsal doyum olarak -doktora sürecim dışında- hayatımda en beslendiğim zaman oldu. Farkında olmadığım pek çok yeteneğimi keşfettim. Bu da anlamsızlık, boşluk, yalnızlık ve geleceği görememe psikolojisini alt etmemde ve güven duygumu tesis etmemde son derece etken oldu.

Yeni projeleriniz varsa, duymak isteriz…

Normale dönersek Devlet Tiyatroları’nda provalarımız başlayacaktır. Üniversite ve çeşitli mecralarda verdiğim derslerime devam ediyorum. Yaza kadar iki ayrı kitap için yazmam gereken tiyatroya ilişkin bölümler var. Kaynak bulursam editörlüğünü yaptığım İDT kitabının basımını sağlamaya çalışacağım. Ayrıca bunlardan bağımsız, yazmayı planladığım iki kitap var. Vakit olursa bir arkadaşımla birlikte senaryo ve oyun yazma projelerimiz var. Mask yapımı ve kille heykel becerilerimi geliştirmeye devam etmek istiyorum, harika bir hocam var (Emi Krispin). Önümüzdeki 3 yıl psikodrama eğitimlerime devam edeceğim. Yazacağım proje beni şimdiden heyecanlandırıyor. Orta vadede psikolojinin pek çok alanı ile yaratıcı drama ve tiyatro arasındaki ilişkilere biraz daha odaklanacağım. Şimdilik bu kadar.

Yazı: Arzu Çevikalp

HTHAYAT

Abone Olun
Yeni yazılardan haberdar olun ve bizimle kalın